SÛFÎ, MUTTAKİ MÜMİNİN DİĞER BİR İSMİDİR
Tarih boyu bir takım çevrelerde senelerce yersiz bir münakaşa yaşandı. Bazıları, sûfi kelimesi üzerinde gereksiz yere tartışıp durdu. Aslında, sûfi kelimesiyle anlatılmak istenen şahsiyetle, Kur'an'da övülen takva sahibi "muttakî" aynı şahıstır.
Tasavvuf terbiyesinde, bir mürşit elinde manevî terbiyesini tamamlayan, gerçek takvaya ulaşıp kâmil mümin olan kimseye veli ve sûfi ismi verilmektedir. Diğer İslamî gruplar, bu sıfattaki bir mümini muttaki sıfatıyla tanıtırlar. Bir şahsın, değişik kesimlerde farklı isimlerle tanıtılması tabiidir, bu durum fitneye sebep yapılamaz.
Ayrı özellikleri ve farklı görevleri olan kimselere, özel bir isim veya sıfat verilebilir. Her ilim veya fen alanında, o alanın inceliklerini ifade edecek özel tabirler, değişik ıstılahlar kullanılır. O alanda ihtisas sahibi olanlar, derecelerine göre farklı isimlerle anılır. Bunun dinen bir sakıncası yoktur. Hatta böyle yapılması gerekir.
Tasavvuf dinin ahlak ilmini tarif ve talim eder. Bu ilim, fıkıh ve kelam gibi müstakil bir ilimdir. Bu ilmin alanı çok geniştir. Bu ilim, kalp, hâl ve amel ilmidir. Bütünüyle dinin bir parçasıdır.
Bu ilmin konusu insandır. Hedefi insanın ilahî ahlak ile edeplenmesidir. Sonucu, kâmil insan yetiştirmektir. Bu ilimde ihtisas yapan ve zirveye çıkan salih insanlar vardır. Onlara, ulaştıkları sıfatlara, temsil ettikleri makamlara ve gördükleri vazifelere göre veli, mürşit, şeyh, gavs, kutup gibi değişik isimler verilmiştir. Bu tür isimler birer sıfattır, sahibinin mesleğini tarif eder. Bu isimler ve unvanlar, Kur'an ve sünnette bulunmasa da onlara aykırı değildir. Büyük veli Sühreverdî (k.s) (632/1234), gerçek sûfinin kim olduğunu ve Kur'an'da ondan nasıl bahsedildiğini şöyle açıklar:
"Kur'an-ı Kerim'de "sûfî" ismi yoktur ancak, bunun yerine "mukarrebûn" kelimesi kullanılmıştır.(Vakıa 56/7-10)
Mukarrabun, Yüce Allah'ın huzurunda sevilmiş, kabul görmüş salihlerdir. Onlar, hayırlarda en önde, kullukta ve edepte zirvede olan kimselerdir. Hepsi Allah adamıdır, Yüce Allah'ın dostu ve şahididir.
Gerçek sûfi, işte bu sıfata sahip olan ve kurbiyyet makamında bulunan kimsedir. Lafızlar üzerinde münakaşa yapmaya gerek yoktur.
Binâenaleyh biz, "sûfî" dediğimiz zaman bununla, mukarrabun makamına çıkmış veliyi kast ediyoruz, bu bilinmelidir.
Gerek tabakat kitaplarında, gerekse diğer eserlerde isimleri geçen bütün sufi büyükleri ve terbiye yolunun imamları, mukarrabun sıfatındaki zatların yolunda bulunuyorlardı ve sahip oldukları ilimler de kurbiyyet ehlinin hallerine ait ilimlerdi."(Sühreverdi, Gerçek Tasavvuf, 16.)
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Hakim'de, bütün insanları şu üç gruba ayırmıştır:
1-Ashab-ı Meymene (Mü'minler)
2-Ashab-ı Meş'eme (Kafir ve münafıklar)
3-Sabikun-Mukarrabun (Hayırlarda en öndeolan ve ilahı yakınlığa ulaşan kamiller).(Vakıa 56/7-10)
Tasavvuf imamları veli, arif, mürşid, şeyh, sofi deyince, üçüncü gruba giren kamil insanları kast etmektedirler. Mukarrabun sınıfına giren zatların tümü velidir, fakat hepsi manevi irşatla görevli değildir. İçlerinden bir kısmı, Rasulullah (s.a.v) Efendimizin varisi sıfatıyla ümmetin irşadını, terbiye ve tezkiye işini yürütmektedir. Bu, Allahu Teala'nın bir ihsanıdır, onu dilediklerine bahşeder. Manevi irşad kıyamete kadar sürecektir; çünkü, Rasulullah (s.a.v) Efendimizin peygamberliği devam etmekte, O'nun Allah'a davet, kalbleri tezkiye, nefisleri terbiye ve gönülleri ilahı aşk ile doldurup ahirete yöneltme işini, derecelerine göre varisleri yürütmektedir. Yeryüzünde din ile mükellef insan bulunduğu sürece bu işde devam edecektir.
Bu işi üstlenen kâmil müminler, takvada imamlık vasfına ulaşmış salihlerdir. Onlar, Kur'an-ı Hakim'de, "sâbikûn-mukarrabûn" sınıfında tanıtılmışlardır.
Bu kâmil sınıfa giren mü'minlerin sıfat ve ahlaklarını, müfessirler şöyle özetlemişlerdir:
1- Dünyayı Allah için terk ederler.
2- İyilikleri kusurlarından fazladır.
3- Allah'a tam tevekkül edip bütün cehd ve gayretini O'nun taatında harcarlar.
4- Bütün düşünce ve dertleri âhirettir.
5- Kendileri kurtuluşa erdikleri gibi, şefeatlarıyla, başkalarının kurtuluşuna da vesile edilirler.
6- Bütün işlerinde Mevlâ'ya dayanırlar.
7- Devamlı Allah'ın rızâ ve muhabbetini ararlar.
8- Günahın büyüğünden ve küçüğünden kaçınırlar.
9- Namaz ve cihada herkesten önde koşarlar.
10- Kendi ayıplarıyla meşgul olur, başkalarının kusurlarına takılmazlar.
11- Âyetlerin ve hadislerin müjdelediği gibi, hesapsız olarak Cennet'e girerler.(Âyetler için bkz: Fâtır 35/ 32-33; Vakıa 56/12, 88, 89; infitâr 82/13; Mutaffifîn 83/ 28. ilgili hadislerden birisi şudur: Rasûlullah (a.s) "Sonra biz, kitabı (Kur'ân'ı), kullarımız arasından seçtiklerimize miras olarak verdik. Onlardan kimi (günah imleyerek) kendisine zulmeder. Kimi orta haldedir. Kimisi ise; Allah'ın izniyle hayırlarda en önde (sâbikûn) olanlardır, işte büyük fazilet budur." (Fâtır 56/32) âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Ümmetimden hayırlarda önde (es-sâbık) olan, cennete hesapsız girer. Orta halli olan, kolay bir hesaba çekilir. Nefsine zulmeden ise, huzurda durdurulup günahı kadar sıkıntı çektikten sonra cennete girer." Bkz: Ahmed, Müsned, V, 194, VI, 444; Hâkim, Müstedrek, II, 426; Taberî, Câmiu'l-Beyân, Cüz: 22, Shf: 137; Beğavî, Meâlimü't-Tenzîl, VI, 421; Tabarânt, el-Mu'cemü'l-Kebîr, XVIII, 79-80.)
12- Amel defterlerini sağ taraftan alırlar.(Buraya kadar verilen ta'rifler için bkz: Semarkandî, Bahru'l-Ulûm, III, 86-87.)
13- Allah'tan fazlasıyla korkarlar. Gerçek âlimdirler.
14- Bâtınları zahirlerinden daha güzeldir.
15- Allahu Teala'yı diliyle birleyen, azalarıyla itaat eden ve kalbleriyle ihlas üzere olan muhlis kimselerdir.
16- Kur'an'ı okuyup anlar ve gereğince amel ederler.(Bkz: Beğavî, Meâlimü't-Tenzîl, VI, 423.)
17- Cihad ehlidirler, devamlı hizmet ederler.(İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VIII, 133. Söz, Hz. Osman'a aittir)
18- İlliyyûn makamına yükselmişlerdir.(Bkz: ibnu Kesir, Tefsir, VII, 490-491.)
19- İrâdelerini Hakk'ın muradında fâni etmişlerdir.
20- Mescide herkesten önce girip en sonra çıkarlar.(Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, VIII, 6-7. Suyûtî, bu görüşü, Ebû Nuaym ve Beyhakî'den rivayet ettiği bir hadise dayandırır.)
21- Kendilerine hak verilince kabul eder, kendilerinden bir şey istenince bolca dağıtır, insanlara hüküm verirken kendi nefsine hüküm veriyormuş gibi davranırlar.(Kurtûbî bu görüşü bir hadisten alarak nakleder. Bkz: el-Câmi',XVII, 199.)
22- Allah'ı hiç unutmazlar, devamlı zikir hâlindedirler.(Kurtûbî: "Sabık hakkında erbâb-ı kulûb pek çok şey söylemiştir." diyerek, sûfilerden nakillerde bulunur ve bu görüşü Zunnûn el-Mısrî'den nakleder.)
23- Manevî hâl sahibidirler.
24- Belâlardan tat alırlar.
25- Kendilerine dünya malı verilmediğinde şükreder, ellerine bir şey geçince başkalarına verirler.
26- Rabbi ile her şeyden müstağni olmuşlardır.(Kurtubî, a.g.e, XIV, 348-349.) İmam Kuşeyrî (k.s), kullukta en ön safta yer alan
Allah dostlarını özetle şöyle tanıtır:
"Onlar, Allahu Teala ile baki (bekâbillah makamına çıkmış), Allah'tan gayri varlıklardan kalben alâkayı kesmiş, ruhunu Yüce Allah'a feda etmiş, hakka'l-yakîn derecesine ulaşmış, bütün boş ve lüzumsuz şeyleri terk etmiş, her türlü güzel ahlakı elde etmiş, müşahede makamına ulaşmış, Cenâb-ı Hak'tan hiç perdelenmeyen kimselerdir.(Kuşeyrî, Latâifu'l-işârât, III, 204-206. (ibrahim Besyûnî tahkikiyle, II, baskı, 1983))
Bu ahlaklar kimde bulunursa o, Allahu Teala'nın dostudur. Ona, müfessirlerin muttakî, fakihlerin âlim, muhaddislerin sâlih, ehl-i tasavvufun sûfî, halkın veli demesi, sâdece ismini değiştirir, sonucu değiştirmez.