SUFİLİĞİN İLK BASAMAĞI İMAN SEVGİSİDİR.
--------------------------------------------------------------------------------
Allah (c.c) yolunda en büyük sermaye iman ve sevgidir. Bir şeye inanmayan onu sevemez; sevemeyen, sevdiğine hizmet edemez. Bu yol, sevgiyle başlar, sabırla devam eder. Hak yolunda sabırsız yol alınmaz. Usulünce gidilmezse, hedefe varılmaz.
Velileri seven, sevginin kerametine ulaşır. Allah dostlarıyla aynı yolda, aynı halde ve aynı mecliste bulunmaya sabreden bir kimse, Hz. Rasûlullah'ın (s.a.v) şu müjdesine erişir:
"Zikir halkasına uğrayan ve onları göğe kadar sarıp kuşatan melekler, ilâhî huzura çıktığında Allahu Teala her şeyi en iyi bildiği halde onlara zikir ehlinin hâlini ve niyetlerini sorar. Onlar da meclislerine katıldıkları zikir ehlinin sırf ilâhî rızâ ve cemâlullah aşkıyla zikir yaptıklarını beyan ederler.(Buraya kadar hadis özet olarak verildi. Metin daha uzundur.) O zaman Allahu Teala:
"Sizleri şahit tutarak söylüyorum: Muhakkak ben onları affettim" buyurur. Bunun üzerine içlerinden bir melek:
"Yâ Rabbi! Onların içinde bir kimse var ki onlar gibi zikir ehli değildir. İçlerine zikir için değil, bir ihtiyacı için gelmişti" deyince, Allahu Teala:
"Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturan şakî (rahmetten mahrum) olmaz"(Buhâri, Deavât, 67; Müslim, Zikr, 35. (Benzer rivayet)) buyurur.
Allah dostlarının şu güzelliğine bakın! Bir işi için de olsa, onlarla oturan ve kendileriyle aynı mecliste bulunmaya sabreden kimse, nasıl onların üzerine inen ilâhî rahmetten nasibini alıyor, günahından temizleniyor. Bir de iş niyetiyle değil, sırf Allah rızâsı için onların meclisine katılan kimseye verilecek ilâhî nasibi ve rahmeti düşünelim.
Evet, düşünelim de o rahmet sofrasına yanaşalım. Hadiste va'dedilen bu rahmete ulaşmak için bu meclislerin ve o meclistekilerin münkiri olmamak ve oraya nifak içinde adım atmamak gerekir. Ayrıca, ilim ve zikir meclislerine iyi niyetle gitmek, kendini ilahî rahmete muhtaç bilmek, kalbi açmak, gönülden yalvarmak lazımdır. Bir kimse, iman, sevgi ve edeple Allah dostlarının meclislerine girer ve gücü yettiği kadar üzerine düşeni yaparsa, gücünün yetmediği şeylerde mazur görülür ve -inşaallah- şu hadisteki müjdeye ulaşır:
Ebû Zer el-Gıfârî (r.a), anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v)'e:
"Yâ Rasûlellah! Bir topluluğu sevdiği halele, onlar gibi amel etmeye güç yetiremeyen kimse hakkında ne buyurursunuz?' diye sordum,
Efendimiz (a.s):
"Ey Ebû Zeri Sen, sevdiklerinle beraber olacaksın" buyurdu. Ben de:
"Şüphesiz ben Allah ve Rasülünü seviyorum" dedim.
Efendimiz (a.s):
"Muhakkak ki sen, sevdiklerinle berabersin" buyurdu. Ubâde b. Sabit demiştir ki: Ebû Zer, bu tür sorularını devam ettirdikçe, Efendimiz (s.a.v) de aynı cevapları veriyordu.(Buhâri, Edeb, 95; Dârimî, Rikak, 71.)
İmam Sühreverdî (k.s.) der ki:
"Sûfilerin yolunun ilk basamağı iman, ikincisi ilim, üçüncüsü de amel ederek iman ve ilmin zevkine ulaşmaktır. "Müteşebbih" yani işe taklit yoluyla başlayan kimse, bu manada iman sahibi seviyesindedir. İman, sûfîlerin yolunun temel esaslarından biridir. Buna işaret etmek üzere Cüneyd el-Bağdâdî (rah.):
"İman, bizim yolumuzda velayetin tâ kendisidir" demiştir.(Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf, 82.)
İşin temeli sevgi ve imandır, her şey bunlara bağlı olarak gerçekleşir. Nakşibendî yolunun önderlerinden İmam
Rabbânî (k.s), bu sevginin kıymetini şöyle ifâde eder:
"Ehlullahı sevmek, Allah'ın en büyük nimetlerinden birisi sayılmalıdır. Cenab-ı Hak'tan istenen; bu muhabbette istikâmet üzere olmaktır. Bu büyüklere bağlılık sebebiyle hâsıl olan az bir şey de çok kabul edilmelidir. Zira o, az değildir."(İmam Rabbânî, Mektûbât, 142. Mektup.)
Elbette İmanın ve sevginin gereği olarak, velilerin yolunda gayret, sabır ve seyr-u suluk gerekir.
Bu işin bir de sırf lafta ve gösterişte kalan kısmı vardır ki bu, kuru bir davadan ibarettir. Gücü nisbetinde sufilerin hâlini ve tasavvufun edeplerini elde etmeye çalışmadan, bu yoldaki ilk adımları atmadan, kendisini onların hedeflerine ulaştıracak ilk vazifeleri yerine getirmeden, bir ölçüde onların yaşantı ve sıfatlarına girmeden, sırf dış suret ve kıyafette onlara benzeyen kimse, gerçekten sûfîlere benzemek isteyen birisi değildir. O, bu haliyle, sûfîlere değil, daha işin başındaki müteşebbihlere benzemektedir. Onun bu cemaata nisbeti sadece elbise ve görüntü iledir. Halbuki sûfilikte önce edeb, sonra elbise gelir.
Ariflerden Ahmed b. er-Rufâî (rah), ibadet ve edebi unutup sırf dış şekillerle meşgul olanları şöyle uyarır:
"Güzel ahlaka ulaşmadan, terbiye ve tezkiye işini bitirmeden sûfilere ait elbise giymek, mürid için uygun değildir. Peygamber ve velilerin ahlakıyla ahlaklanmadan, onların elbisesini giymek, onlarla alay etmek gibidir."(Şarânî, el-Envâru'l Kudsiyye, I, 132-133.)
Bununla birlikte, bu tür bir benzeme, eğer gizlice bu yolu karalamak için yapılmıyorsa, o kimseye bir faydası vardır. Böyle birisi en azından evliya münkiri olmaz, Hak dostlarına hor bakmaz, zikir yapanları alaya almaz. Bu da onun tövbesine ve terbiye yoluna girmesine vesile olabilir.
Hak aşıkları, güzel hallerini gizlerler. Kendilerini tanıtacak özel bir kıyafet ve alamet kullanmazlar. Normal halk gibi giyer, halk gibi yer içerler. Fakat onlar, halkın içinde Cenab-ı Hak ile beraber olmayı tercih ederler. Güzel ahlaka önem verirler. Gönüllerini kin, haset, gösteriş, dünya hırsı, gaflet, ihanet, haram şeylere muhabbet gibi kötü ahlaklardan temizleyip zikir ve fikir ile huzura ererler. Halkın gece gündüz dert ettiği basit şeylere rağbet etmezler. Genelde insanların korktuğu fakirlik, hastalık, yalnızlık ve ihtiyarlık gibi şeyler, onları fazla korkutmaz ve etkilemez; çünkü onlar alemlerin sahibi Yüce Mevla'yı iyi tanımış ve O'na tam teslim olmuşlardır.
Bir kimseye insanların veli veya deli demesi önemli değildir. Esas hüküm Yüce Allah'a aittir. O, bir kulunu severse, bütün alem ona düşman olsa ne olur? Onun sevmediği bir kimseye de bütün alem dost olsa, o bu dostluktan ne fayda görür?
Sonu ölümlü bu dünyada Yüce Yaratıcımıza teslim olmaktan başka, emniyet ve saadetimiz yoktur.