106-KUREYŞ:
"Kureyşin îlâfı (uzlaşması) için." Kur'ân'ın asıl resmî imlâsı (yazılış şekli) Hz. Osman'a nisbet edilen Mushafların hepsinde şeklindedir. "Şafiye Şerhi Şeyh Radıy"de de açıklandığı üzere Kûfî hattatların ilkleri, kelime ortasında gelen eliflerin hepsini ardardına hazfederler. Ve bunların benzerlerini hep böyle elifsiz yazarlardı. Basralılar'da ve müteahhirîn (sonrakiler)de çoğunlukla bu elifleri yazmak kaide olmakla beraber ve gibi bazı isimler genellikle elifsiz yazıldığı gibi (Osman), (Muaviye), (Süleyman) isimlerinde de bazıları elifi hazfetmişlerdir.
Şu halde Arapça hattı kaidesince burada yahut diye iki imla (yazım şekli) caiz olabilirdi. Sonraki Mushaflarda müteahhirîn (sonrakiler)in üslubu üzere çoğunlukla ikinci şekilde eliflerin ortaya çıkarılışı umuma kolaylık olmak için caiz görülmüş ise de Kur'ân yazılışının bir çok yerlerde Arapça yazı kurallarına da uymayan özellikleri bulunduğu ve bunun aynı şekilde korunmasının gereği de unutulmamak lazım gelir. Burada Kur'ân'ın asıl resm-i hattı (yazım şekli) ise Kûfi kaidesine yakın olmakla beraber tam aynı olmayıp, söylediğimiz gibi dir. "İthaf" da Kur'ân resm-i hattının böyle olduğunu beyan ederek der ki: Bütün Mushaflar de "ya"nın isbatı ve 'de hazfi ve ikisinde de (fâ)dan önce elifin hazfi üzerine icma etmişlerdir. Yani Hz. Osman Mushaflarının hepsi bunun üzerinde ittifaklıdır. Bunun sebebi de yazı değişmeksizin, bilinen üç kıraat üzere okunabilmesini muhafaza etmek olmalıdır. Çünkü Ebu Ca'fer kırâatında birincisi hemzesiz meksur ya ile ikincisi "ya"sız hemze ile okunur. Bunun ikisi de mufaale babından mualefe mânâsına ilâf demek olup, birincisinde hemze ya'ya telyin olunmuştur. İbnü Amir kıraatında da birincisi 'sız hemze ile ikincisi hemze ve ile diğer kıraatlar gibi okunur. Geri kalan kırâetlerin hepsinde ise ikisi de hemze ve ile şeklinde okunur.
Bunların mânâ itibarıyla farkına ve faydasına gelince: Hepsi de "ilf" ve "üflet"den olmakla beraber "îlâf", âlefe, yûlifû îlâfen if'âl babından ülfet ettirmek mânâsına malum masdar ve ülfet ettirilmek mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe yûâlifi muâlefeten ve ilâfen ve îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da olabilir. Ve bu şekilde ilaf ve mualefe gibi ülfet edişmek, yani anlaşmak, andlaşmak, muahede yapmak, antant kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre zahiri if'al babından göründüğü için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek, yani alıştırmak, alıştırılmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e izafeti mef'ulüne veya failine izafet olmak muhtemeldir. Lakin "ya"sız "îlâf" ancak mufaale babından olduğu ve kırâatler birbirini tefsir etmiş olmak daha açık bulunduğu için bir kısım tefsirciler de Ebu Ca'fer ve İbnü Amir kırâetleri karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale babından muahede (antlaşma) mânâsına olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim "Kamus"ta da der ki: Tenzilde îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile icazet vermeye benzer; yani ahd ve eman ve korkunç yoldan yolcuların emin ve selametle gidip gelmeleri için yasakçılık ve himaye tarzında verilen icazet (pasaport), geçirtme ruhsatına benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın bu mânâsı da ülfetten alınmış ise de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı da bulunduğu ve her iki mânânın bir lafz ile ifadesine imkan bulamadığımız, bir de ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi olduğu için meâlde aynen muhafazasını daha muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu yalnız ülfet ve itilaf ettirmek, alıştırmak, alıştırılmak, yahut andlaşma, anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis etmek doğru olmayacaktır.
Ragıb'ın beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına isim olup aslında iltiyam (yaranın iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında itilaf ve ünsiyet gibi uyuşup kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun için itiyat demek olan alışmak ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu ifade eden ısımlılık mânâları da onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak suretiyle itilaf da ülfetten alınmadır. Şu halde, Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi, andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi veya ettirmesi mânâlarını da ifade eder.
Kureyş, Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler içinde Mudarîler'den, Mudarîler içinde Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b. Kinane evladından olan meşhur, büyük kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre Kurtubî buna sözlerin en sahih ve en sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de bunu kabul ettiklerini söylemiştir. Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına göre sahih olan Kureyş, Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr evladından olmayanlar Kureyş sayılmaz. Bunun, çoğunluğun fikri olduğu söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, neseb ilmi bilginleri (nessâbûn)nin bunda ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın fethi ile "karş", kesmek ve şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp birbirine katmak ve ve ilhak ederek karıştırmak ve harpte birbirine karışıp mızrakları birbirine karmakarışık tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına lafız ve mânâ bakımından benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine girip karıştığı zaman denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi demektir. Tekarruş da tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle "kırş" deniz canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer hayvanları yer, kahreder ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i kaf'ın zammıyla "Kureyş" gelir. Fihr b. Malik b. Nadr, şiddet ve kuvetinden dolayı bu isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle Kuraşî veya Kurayşî denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir ki bu kabileye Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in Mekke'yi zabtı ve Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine dağılmışlardı. Sonra Resulullah'ın ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi derleyip toparlayarak Huzailer'den Kabe'nin anahtarlarını geri alarak şereflerini yeniden kurduğu zaman Fihr evladından olanların hepsine Kureyş ve nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said Mağribi'nin nakli böyledir. Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin değil, evladının ismi olmuştur". Ve bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan "tekarrüş"ten türemiş olarak terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş demektir. Zira ziyade babdan tasğir (küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil olur. Ferra, ticaretlerinden dolayı kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu söylemiştir. "Siyer-i İbnü Hişam"da der ki: "Kureyş'e Kureyş denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş, ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b. Accac şöyle demiştir:
"Yağ ve hilesiz saf şeyler, onları ticaret ve kazancın döküntüleri olan kalitesiz buğdaya ve halhal başlarına muhtac etmiyordu."
Şuğuş, bir çeşit buğday, haşl, halhal ve bilezik başları; kuruş da ticaret ve kazanmadır. Bu recez bahrinde yazılmış şiirde ticaret ve kazanç mânâsına olan kuruş dilimizde ticaret için değişim aracı olan para için birim olarak kullandığımız "kuruş" kelimesiyle açıktan ilgili görünür. Bundan takarruş kuruşlanmak, ticaret edip kazanmak demek olur. Bir görüşe göre Kureyş ismi bundan alınmadır. Alûsî'nin beyanına göre bazıları da "teftiş" mânâsına "takriş"ten olduğunu, çünkü bunların atalarından beri ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını teftiş ederek arayıp sormak ve hacıların eksiklerini gediklerini gözetip çaresini araştırmak âdetleri bulunduğunu söylemişlerdir. Gerek ziyadeden olsun, gerekse aslı üzere sülasi (üç harfli)den olsun Kureyş kelimesinden tasğir (küçültme)in tazim (yüceltmek) için olduğunda söz yoktur. Nitekim şu beyitteki:
"İnsanların hepsinin her halde aralarına girecek
Bir dahiyecik (musibetcik) ki, ondan parmakların uçları sararır."
(Burada "düveyhiye" diye tasgîr (küçültme) sigasıyla ifade olunan musibetcikten maksad ölümdür. Küçültme bunun en küçüğünün bile büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek için zıddıyle kinaye edilmiş gibidir.)
"Düveyhiye" kelimesinin tasğiri (küçültmesi) büyüklemek için olduğu meşhurdur. Ve izah olunacağı vechile Haşim ve kardeşinin de Kureyş'i ilafta büyük hizmeti olmuştur. Malumdur ki Rasul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri "Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim b. Abd-i Menaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan"dır. Adnan da daha hayli batın ötede İsmail b. İbrahim Aleyhisselam zürriyeti olması hasebiyle Peygamberimizin nesebi de İbrahimî, İsmailî, Adnânî, Mudarî, Kinanî, Kureyşî, Haşimî'dir.
Şu halde diğer âyetlere ve mücizelere bakmaksızın yalnız bu cihet nazar-ı itibara alındığı, Kusayy'in ve Haşim'in Kureyş'i ilaftaki şeref ve hizmeti ve fil olayı dolayısıyla de Beyt ve ehl-i beyt hakkında ortaya çıkan Allah'ın yardımı düşünüldüğü şekilde bile Hz. Peygamber'in tevhit davetine ilk önce Kureyş'in koşması lazım gelirken, yine ilk önce onların Allah'a ortak koşmada ısrar ederek muhalefet ve karşı koymaya kalkışmaları bu sûrenin nüzul sebebi olmuştur.
'Deki "lâm"ın mânâsında üç vecih söylenmiştir:
1- İbnü Cerir gibi bazılarının seçtiğine göre teaccüb için olup mahzuf fiiline müteallık (ilgili) olmaktır ki, Kureyş'in kış yaz yolculuk ve sefere ülfetleşip bu Beyt (Kâbe)in Rabbine kulluk etmemelerine teaccüb edin (şaşın), o şaşmaya layıktır demek olur. Bu mânâ sûrenin başlı başına bir sûre oluşuna ve "ibadet etsinler" emrinin açıklamasına göre münasip bir mânâ olmakla beraber, yolculuğun mutlaka kötülüğüne işaret eder gibi olması hasebiyle pek uygun değildir.
2- Ta'lil için olmaktır. Bunda da iki vecih vardır:
Birisi, önceki sûredeki "onları kıldı" veya "nasıl yaptı" fiilleriyle ilgili olmaktır. Bunu, bazıları sûrenin müstakil olmasına aykırı görerek, bu sûrenin başında o fiillerden birini takdir etmek daha uygun olacağını, yani "öyle yaptı ki Kureyş'in îlâfı için" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir. Bu şekilde ilâf, bir nimet olarak zikredilmiş demektir. Lakin buna karşı denilmiştir ki, Kur'ân'ın hepsi bir sûre gibi mânâ bakımından birbirine bağlı olmak itibarıyla bir sûrenin diğerine mânâ cihetinden bir ilişkisi, onun haddi zatında bir sûre olabilmesine engel olmamak gerekirse de, fil olayını yalnız Kureyş'in yolculuğa ilâfı ile sebep gösterme doğru olmaz. Çünkü bu yolculuk ve seferden maksad, Yemen'e ve Şam'a ticaret için sefer olduğuna göre Kureyş'in bu yolculuğa ülfeti ve bu konuda Yemen ve Şam hükümetleriyle antlaşma ve uyuşmaları yalnız fil olayından sonra değil, daha önceden ve bilhassa Abdi Menaf oğulları Haşim ve kardeşleri zamanından beri yapageldikleri bir ülfet olduğu malum bulunduğundan dolayı fil vak'ası bu ülfeti meydana getirmek için oldu demek doğru olmaz. Gerçi fil sahipleri gayelerinde başarılı olsalardı, bu ülfet kalmayacaktı. Ve onların o şekilde defedilmeleri ve yok edilmeleri gerek diğer Arap kabileleri ve gerek etraftaki melikler nazarında hürmet ve ilgilerini artırarak kendilerine daha çok ısınmalarına ve üfletlerini artırmalarına başlıca bir sebep olmuş bulunması itibarıyla bunu o olayın fayda ve semerelerinden başlıca birisi saymak ve bundan dolayı "lâm"ı ta'lilden çok başlıca bir akıbet için düşünmek doğru olabilirse de bunu fil vak'asının tek sebebi ve hikmeti imiş gibi düşünmek doğru değildir. Onun için bunu fil vak'asının ve bir dış sebebi, ve de bir gayeye ait sebebi, yani sırf onun sonucu olan tertip edilmiş bir hikmeti olarak değil, onunla da bir münasebeti bulunmakla beraber, Allah Teâlâ'nın daha sonra dinini açıklamak üzere Beyt (Kâbe) dolayısıyla Kureyş'e daha önceden nasib edip bu sûrede beyan buyurmuş olduğu ayrıca bir nimeti olan bir îlâf ve ülfet olarak düşünmek lazımdır. Bu ise deki lâm'ın ta'lil için olmakla beraber, yukarıki sûre mefhumuna değil, ancak ilerdeki "ibadet etsinler" emrine müteallık olmasıyla mümkündür. "fe"nin sonrası evvelinde amil olamayacağına dair meşhur bir nahiv kaidesi varsa da "Benden sakının." (Bakara, 2/41); "İnananlar Allah'a dayansınlar." (İbrahim, 14/11) misalleri vechile buradaki "fe"nin de ona engel olacak kabilden olmadığı beyan olunmuş ve özellikle Nahiv imamlarından İmam-ı Halil ve Sibeveyh bu 'nin lâm'ının 'ye müteallık olduğunu beyan ve tasrih etmişler. "Keşşaf" sahibi Zemahşeri gibi dil kritikçileri de bunu tercih etmişlerdir. Bu taallık (ilgi) doğrudan doğru olmasa bile ızmar (gizleme) ve tefsir suretiyle sahih olacağında hiç tereddüde yer yoktur. Bu sebeplerden dolayı, biz de meâlde bu vechi açık olarak tercih edip seçtik. Hitap de Resulullah'a olup Kureyş'e emir, emr-i ğaib olduğu için mânânın özeti şu olmuş olur: Ey Muhammed! Rabb'ının fil sahiplerine o yaptığından başka Kureyş kabilesine daha bir çok özel ihsanları olmuş ve olacaktır. Bunlardan başlıca birisi onlarda veya onların lehine olan ilaf, yani meydana getirilen ve daha çok getirilmesi istenen ülfet ve anlaşmadır ki, fil olayından sonra bilhassa hatırlatmaya değer.