59-HAŞR:
1. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah'ı tesbih ile tenzih etti ve etmektedir. O'nun şânı, kendisinin her türlü lekeden uzak olduğunu ve kirli şeylerin O'na yaklaşamayacağını isbat etmektedir. Bu yüzden her şey O'nun hakkı uğrunda çarpışır, hepsi O'nun ordusudur. Bu sûrenin böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki sûrenin sonuna münasib olması, hem de zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir haksızlık kokusunun zannedilmemesi bakımından önemlidir. Ayrıca onun bir temizlik işi olduğunu hatırlatmak üzere güzel bir başlangıçtır. Ve O, Aziz'dir, Hakîm'dir. Aziz'dir, yani hiç bir suretle mağlub edilme ihtimali olmayan tam mânâsıyla gâlib ancak O'dur ve bütün izzet O'nundur. O, dilediğine izzet (üstünlük) verir, dilediğini zelil eder. Çünkü O, "Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan"dır. Onun için âlemde her izzet kırılabilir, ancak O'nun izzetinin sahasına tecavüz edilemez. O'na karşı gelmek isteyenler, sonunda mağlub ve zelil olurlar. Bununla beraber O, Hakîm'dir, yaptığını hikmetle yapar. Bazen müminlere sıkıntı çektirip kâfirlere bir zaman için meydan verirse, onda da bir hikmeti vardır. Ve nihayet O'nun Hikmet ve İzzet'i tecelli eder (ortaya çıkar).
2. O, Aziz ve Hakîm olan Allah'tır ki, İzzet ve Hikmet izlerinden bir örnek ve ibret olmak üzere kitab ehlinden o küfredenleri, Allah'ın Resulü'nü inkâr ederek, Allah adına verdikleri söz ve andlaşmayı küfür ve nankörlükle bozup "Bu, onların Allah'a ve Peygamber'ine karşı gelmelerinden dolayıdır..." (Haşr, 59/4) âyeti ile beyan edileceği üzere Allah ve Resulü'ne karşı uğraşmaya kalkışan kâfirleri ilk haşirde, yahut ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Bu küfredenler, yukarıda da rivayet edildiği gibi yahudilerden olan Benî Nadir kabilesi idi ki, Hayber yahudilerinden Benî Kureyza gibi bir büyük kabile kadardı. Söz konusu bu iki kabileye "Kâhinân" denir ve Kâhin b. Harun neslinden oldukları söylenirdi. Denildiğine göre bunlar, son Peygamber'in ortaya çıkışını beklemek için İsrail Oğullarından bir cemaatla gelmiş, Medine'ye yakın bir yere konmuşlardı. Kondukları yer bayındır olmayan bir kara parçası iken oraya yerleşmiş ve sağlam binalar yapmışlardı. Ayette kendilerine izafetle "diyarlarından", "kaleleri" şeklinde ifade edilmesinde de buna bir işaret vardır. Bekledikleri Resul gelmiş olduğu halde inkar ve nankörlükte ileri gittikleri için, Allah'ın İzzet ve Hikmet'i onları ilk haşr olmak üzere yurtlarından çıkardı. Bu küçük bir kıyamet örneği oldu. Bundan anlaşılıyor ki bir de sonraki haşir vardır. O da "Ahirette de onlar için ateş azabı vardır." (Haşr, 59/3) âyetinde hatırlatılacağı üzere büyük kıyametle ahirette olacaktır. Bu iki haşir arasında daha başka ne gibi haşirler vardır? Onu da Allah bilir. 'deki tefsircilerin çoğuna göre, "Onu, geçen on (gün) içinde yazdım." cümlesindeki gibi zaman ifade etmektedir. Mânâsı, "ilk haşirde" demektir. Buna göre ilk haşre, ilk harb mânâsı vermek daha uygun görünmektedir. Lakin bazılarının dediği gibi ihracın maksadını göstermek üzere lâm-ı ecliyye (sebeb lâmı) olma ihtimali de vardır. Bu ihracın sırf Allah tarafından olduğunu açıklamak üzere buyuruluyor ki siz çıkacaklarını zannetmediniz, demek ki size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkamayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız. Onlar da zannettiler ki kendilerinin Allah'tan koruyacak, sığındıkları kaleleri ve istihkâmlarıdır. Yani Allah tarafından gelecek azabdan kendilerini korumak için yalnız o sığındıkları kaleler ve kuvvetlerin kâfi geleceğini, sadece kale ve kuvvetli siperler yapmakla müdafaanın mümkün olacağını zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. En önce kalblerde imanın bulunması gerektiğini ve Allah Teâlâ'nın İzzeti'ne karşı gelmenin kâbil olmadığını düşünmüyorlardı. Bu yüzden onların da düşüncelerine kalsaydı çıkarılmaları tasavvur edilmezdi. Fakat Allah onlara hesab etmedikleri bir yönden geldi, yani Allah'ın emri, onları hiç hatır ve hayallerine getirmedikleri bir cihetten bastırdı, kalblerinden vurdu. Reisleri olan Ka'b b. Eşref'i kendi konağında güveyi girdiği gece ansızın katlettirivermekle, zaten zayıf olan manevî kuvvetlerini, ve kendilerine güvenlerini perişan etti. Ve yüreklerinin içine müthiş bir korku düşürdü. Öyle ki evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ebu Amr kırâetinde "tahrib" masdarından râ'nın şeddesiyle şeklinde okunur. Yani içerden sokak başlarını kapamak, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin dört duvarını yıkıyor, kapı ve pencerelerini söküyor, kereste ve eşyalarını tarümar ediyorlardı. Dışarıdan da müminler, onların kapatmak ve sağlamlaştırmak istedikleri yerleri açmak için hücum ediyorlardı. Diğer bir mânâ ile de, bir taraftan kendilerinin işledikleri küfür ve cinayetleri, bir taraftan da müminlerin iman ve gayretli hücumları arasında telaşa düşerek evlerinin viran olmasına sebebiyyet veriyorlardı. Ey görecek gözü, anlayacak basireti olanlar bu olayı, iki tarafın bu hallerini düşünün ve kendi halinizle mukayese ederek ibret alın. Küfrün, zulmün, kalb bozukluğunun ve Allah'a karşı gelip de yalnız sebeplere güvenmenin âkibetindeki acıklı durumu ve iman ile mücadelenin şerefini, Allah'ın İzzet ve Hikmet'ini göz önüne getirin, bundan da kendi hallerinize geçerek ibret dersi alın da yalnız sebeb ve âletlerin kuvvetine güvenmeyin. Vazifenizi samimi kalb ile Allah için yapıp, bütün tevekkül ve güveninizi tam bir iman ile ancak ve ancak Allah'a bağlayın. Çünkü Aziz O'dur, Hakîm O'dur. İ'tibâr, ibret almak, taaccüb ederek öğüt almak demektir. İbret, "Besâir" ve "Müfredât"da zikredildiği üzere, müşâhede edileni öğrenmekle henüz müşâhede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denir. Bunun aslı olan "abr" maddesi, bir halden bir hale geçmek mânâsını ifade eder. Ubûr, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz yaşına da ayın'ın fethasiyle "abre" denilir. Aynı kökten gelen ibâre, söyleyenden dinleyene geçen söz, ta'bir, rüyanın zahirinden bâtınına geçmek mânâsınadır. Diğer mânâlar da hep bu geçiş anlamıyla ilgilidir. Binaenaleyh ibret almak diye kısaca ifade ettiğimiz itibâr, müşâhede edilen bir bilinene dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikâl etmek demektir. Bu da Fıkıh Usûlü ilminde kıyas denilen istinbât (hüküm çıkarma) usûlünün ta kendisidir. Onun için fakihler, âyetteki "ibret alın" emrinden hareketle kıyasın delil olabileceği neticesini çıkarmışlardır. Bu konu usûl-i fıkıh kitablarında genişce ele alınmaktadır. İmam Fahreddin-i Râzî der ki: "Biz "Mahsûl" isimli kitabımızda bu âyet ile kıyasın delil olabileceğini kabul etmişizdir. Onu burada genişce zikretmeden kısaca şunları anlatacağız: İtibâr, bir şeyden bir şeye geçmek ve sınırı aşmak mânâsından alınmıştır. Onun için göz yaşına da abre denilir. Çünkü gözden yanağa geçmektedir. Geçide ma'ber, vasıtasına mi'bir denilir. Çünkü sınırı geçmek onunla mümkün olur. Hislerle bilinen ilme, ta'bir denilir. Çünkü onun sahibi hayal edilen şeylerden düşünülene intikal eder. Lafızlara ibâre denilir. Çünkü onlar, mânâları söyleyenin lisanından dinleyenin aklına naklederler. "Mutlu insan, başkasından ibret alandır." denilir. Çünkü Onun aklı başkasının halinden kendi haline intikâl eder. Bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki, itibâr, eşyanın hakikatlerine ve ifade ettikleri mânâlara bakmaktır ki, bu bakışla onların cinsinden başka şeyler hakkında bilgi elde edilir. Burada Allah Teâlâ'nın itibâr ile emrettiği hususun beyanına gelince, bunda birkaç ihtimâlin olduğu söylenebilir. Birincisi: Onlar kalelerine, kuvvet ve kudretlerine güvenmişlerdi. Allah Teâlâ da onların güç ve kuvvetlerini yok etti. Sonra da buyurdu ki, "ibret alın ey basiret sahipleri!" bunun anlamı, Allah'tan başka bir şeye itimad etmeyin demektir. Onun için zâhid (kendisini ibâdete veren) zühdüne güvenmemelidir. Çünkü onun zühdü Belam'ın zühdünden çok olamaz. Alim de ilmine güvenmemelidir. Zira İbnü Râvendi'ye bakınız çok fazla gayret göstermesine rağmen nasıl oldu? Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah'ın fazl ve rahmetinden başkasına itimadı doğru değildir. İkincisi: bu ifadeden maksat, insana zulmün, küfrün ve peygamberliğe saldırıda bulunmanın âkibetini göstermektir. Çünkü o yahudiler zulüm ve küfürlerinin uğursuzluğuyla belaya uğradılar ve yurtlarından çıkarıldılar. İşte müminler bundan ibret alır ve günahlardan sakınırlar. Ancak buna karşı şöyle bir itirazda bulunulabilir. Bu itibârın doğru olabilmesi için "onlar zulüm yaptılar ve küfrettiler de azaba uğradılar ve bu azaba sebeb ancak onların zulüm ve küfürleri oldu" dememiz gerekir. Halbuki böyle denilmesi genelleme ve akis kurallarına göre yanlıştır, ve bir uygunluk söz konusu değildir. Çünkü bir çok şahıs zulüm yapmış ve küfretmiştir de dünyada azaba uğramamıştır. Aksi de meydana gelmiş değildir. Çünkü Hz. Peygamber ve Ashâbı dahi bir takım meşakketlere maruz kalmışlardır. Halbuki bu sıkıntılar, onların din ve amellerinde bir kötülüğe delalet etmemiştir. Böylece sözü edilen illet (sebeb) genelleme ve aksi itibâriyle fâsid olunca o itibâr ve kıyas da fasid olmuş olmaz mı? Bir de asılda sabit olan hüküm, onların evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab etmiş olmalarıdır. Buna zulüm ve küfrü sebeb gösterecek olursak o zaman her zulüm ve küfredenin, evini kendi eli ve müminlerin elleriyle harab etmesi gerekir. Bunun böyle olmadığı anlaşılınca bu itibarın doğru olmadığı ortaya çıkmaz mı? Bu soruya şöyle cevab verilebilir. Asılda sabit olan hükmün üç mertebesi vardır.
Birincisi, evlerinin kendi elleri ve müminlerin elleriyle tahribi.
İkincisi, bundan daha genel olarak dünyada azab verilmesi.
Üçüncüsü ise, ikinciden daha genel anlamda mutlak azabtır.