51-ZARİYAT:
"Tozdurup savuranlara andolsun."ZERV, tozutup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak demektir.
ZÂRİYÂT: Kırıp ufalayan veya savuran, ya da toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Mesela toprağı ve başka şeyleri tozdurup savuran rüzgarlar, volkanları püskürten, yaratıkları kırıp dağıtan ve yayıp açan melekler ve barut, dinamit gibi sonradan bulunmuş ve bulunacak şiddetli patlayıcı, tahrip edici ve yakıcı bütün sebepler bu kavrama dahildir. Beydâvî, "Bütün yaratıkları savuran sebepler" demekle bu genelliği göstermiştir. Müfessirlerin çoğunluğunun "rıyah" yani rüzgarlar ile yetinmesi Hz. Ali'den gelen rivayete göredir ki bu tefsir "kavram" itibarıyla değil bir "örnek ile tefsir" olsa gerektir. Yoksa kavram itibarıyla nesiller dünyaya getiren doğurgan kadınlar diye de mânâ verilmiştir.
2- Sonra bir ağırlık yüklenenlere, yağmur yüklenen bulutlar, bulutları taşıyan rüzgarlar veya gebe kadınlar veya bütün bunların sebepleri ki bunlar öncekilerin aynısı da, başkası da olabilir. Önce tozdurur, sonra da yüklenir, taşır, veya tozdurup savuran başka, taşıyıp götüren başka olur, bir ordunun ağırlıkları ve ganimetleri gibi.
3- Sonra da kolaylıkla akanlara, gemiler ve benzeri trenler, otomobiller gibi.
4- Sonra da bir emir taksim edenlere yemin olsun, yani bütün bunları idare etmek, tozdurulan taşınan, götürülen şeyleri varacakları yerlere yetiştirmek için yüce Allah'ın emrini ayırıp dağıtan meleklere, Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi emir meleklerine yemin olsun, bunlara yemin, cezanın meydana gelmesinde özellikle hizmetlerini hatırlatmadır. Yani sayılan bu kuvvetlerin önemlerine işaret ile kesin bir şekilde uyarıda bulunur ki;
5- Size vaad olunan, muhakkak doğrudur. Kâf Sûresi'nde geçtiği üzere size yapılmakta bulunan vaadler ve tehdidler, o yeni yaradılış, dirilme ve çıkma, girme ve ebedilik hep doğrudur.
6- Ve din mutlaka olacaktır, din yani ceza ve sorumluluk vardır. Amellerinin cezası, iyiliğe çalışanlara iyilikle mükafat, kötülüğe çalışanlara kötülükle ceza mutlaka olacak, herkes ettiğini bulacaktır.
7- "Zatü'l-hubük" semaya yemin ederim. "Zatilhubük" niteliği, eşsiz bir ifadedir. Bunun mânâsının ne olduğu hakkında çok şeyler söylenmiştir.
HUBÜK: "Habike'nin de, "Hibâk"in de çoğulu olabilir. "Târika" "Turuk" "Misal" "Müsül" gibi.
HABÎKE: Dikkat ve özenle sağlam sanatlı dokunmuş yol yol, menevişli güzel kumaşa denir.
HİBAK" de, rüzgar hoş estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol yol kıvrıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından meydana gelen dalgalanmalara, yani ondülasyona hubük denir. Kelimenin kökü olan "Habk" sıkı bağlayıp sağlam yapmak, ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde sanat eseri ortaya çıkacak şekilde güzel bir zemin üzere dokumak anlamına gelir ki aslı, "sefâkat" yani kumaşı sağlam ve güzel dokumak diye özetlenmiştir. Birçok kimse, hâreli yollu yollu mânâsı ile "yollara sahip" diye tefsir etmiştir. Bundan da bazı kimseler yıldızların yörüngeleri mânâsına kendilerine özel yollar, bazıları da, ilim ve bilgiye götüren ve yaratanın birliğine, kudretine, ilmine ve hikmetine delalet eden aklî yolları anlamışlar, bazıları da saman yolları, adına kehkeşan da denilen samanyollarını söylemişlerdir. Fakat İbnü Abbas, Katade, İkrime, Mücahid, ve Rebî'den rivayet olunduğuna göre de "güzel, düzgün yaratılışlı", Mücahid'den diğer bir rivayette de "yapısı sağlam" diye tefsir olunmuştur. Mânâyı kısaca özetleyen bu ifadeden biz şunu anlıyoruz ki gökyüzü, yıldızları ve türlü yörünge ve yıldızların döndükleri yerlerle pek sıkı ve son derece sanatlı bir biçimde dokunmuş güzel nakışları olan düzgün ve sağlam, üzeri menevişli bir kumaşa benzetilmiş ve buna yemin ile, onun genel biçiminde tevhîde delalet eden ve yaratıcısının birlik ve kudretini gösteren güzel ve sağlam uyum ve ahenk hatırlatılarak sözleri değişik olanlara bir yasaklamada bulunulmuş, görüş ayrılıklarının tevhide döndürülmesi gerektiği anlatılmıştır. "Habk" kökü, hem yolları hem de sağlam ve güzel bir dokuma mânâsını taşıması itibarıyla bunda, dağınıklıkları birleştiren yüksek bir toplumun manzarasına da işaret vardır. Bunun yedinci sema olduğunu söyleyenler olmuş ise de "sema cinsi" olması daha uygundur. Şu halde mânânın özeti şudur:
8-O sağlam ve düzgün dokunmuş meneviş kumaşlı güzel ve yüksek semaya dikkatinizi çekerek söylerim ki: Siz gerçekten farklı farklı ifadelerde bulunuyorsunuz. Sözleriniz birbirini tutmuyor, bir hüküm altında toplanmıyorsunuz. "Gökleri ve yeri yaratan Allah" dersiniz, sonra da tutar başkalarına taparsınız. Çeşitli ilahlara taptığınız için, gittiğiniz yollar ve amaçlarınız bir hedefte birleşmiyor, hakta birleşmediğiniz için peygambere bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair bazen de deli gibi birbirini tutmaz sözler söylüyorsunuz! Bir taraftan dinin, yani cezanın olacağına inanmıyor, Hakk'a uymayan görüşleri benimsiyorsunuz, bir taraftan da ileride bize şefaat ederler diye putlara tapıyorsunuz.
9- Ondan çevrilen çevrilir. O çeşitli görüşlerden dönmesi takdir edilmiş olan döner, doğruya iman eder. İman etmeyenlere gelince "O kendi tahminlerini ileri atanlar kahrolsun..." yahut hak yolundan saptırılmış, sapıklık da tabiatı ve huyu olmuş bulunan çevirilenler, o doğru ve gerçekleşecek olan vaad ve tehdide, ahiret ve cezaya iman etmekten saptırılır, çeşitli görüşlere ve kanaatlere sürüklenirler.
10-11- O kahrolası harraslar, yani sırf kendi zan ve tahminlerine göre atan, fikir adına kendi heveslerini ileri süren yalancılar ki onlar bir cehalet içinde, yani herşeyi kuşatan bir sel gibi kendilerini her noktadan sarıp bürümüş olan batak, bir sarhoşluk veya bir cehalet içinde şuursuzdurlar. Allah'ın emrinden gafiller, başlarına gelecek felaketin farkında değiller.
12- O din günü, yani gerçekleşeceği haber verilen o cezanın günü ne zaman? diye soruyorlar. İnanmadıkları için eğlenmek istiyorlar.
13- İşte cevabı: Onların ateş üzerinde kıvrandırılacakları gündür.
"FİTNE"nin asıl mânâsı: Altın ve gümüş gibi herhangi bir maden cevherinin iyisini kötüsünden ayırmak için ateşe atılmasıdır. Bundan meşakkate sokmak, sınamak yani imtihan etmek, azdırmak , çok beğenip tutulmak gibi fitnenin sonucu, lazımı olan mânâlarda da kullanılır.
14-16-Nitekim "Tadın fitnenizi!" Azaba yahut azab ve meşakkate sebep olan küfür ve fesat mânâsınadır. "Bu işte, sizin acele ile istediğiniz!" yani böyle denecek. Yani nasıl olduğunu ve miktarını tayin ve takdir edemiyeceğiniz Cennetler ve pınarlarda, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak, yani hoşnutlukla kabul edip razı ve hoşnud olarak. Çünkü onlar ondan önce, yani dünyada iyi amel işleyen kimselerdedirler. Güzel ameller yapar ve güzel yaparlardı, onun için mükafata ve sevaba layık olmuşlardı, onu hoşnutluk içinde gülerek alırlar. Bu cümle "Rablarının vermesi'nin sebebini gösterirken, takvanın da yalnız menfi, eylemsiz bir mahiyette olmayıp aynı zamanda güzel işler yapmak mânâsında müsbet bir mânâ ifade ettiğini anlatır.
17- Onun için bu da şöyle açıklanıyor: Geceden pek az uyurlardı. "Birazı hariç geceleri kalk namazı kıl!" (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânâsına göre amel ederler, Allah şevki, ahiret endişesi ile gözlerine uyku girmez, ibadet eder, vazife yaparlardı.
HUCU', az uyku, ve özellikle gece uykusu, demektir. Âyet metnindeki ziyade veya mevsul veya masdarlık bildiren bir harftir. Olumsuzluk bildiren bir harf olarak şöyle de mânâ verilmiştir: "Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi." Bir rivayette de "Az idiler, geceden uyumazlardı." diye iki cümle olarak mânâ verilmişse de ağır basan şık birincisidir.
18- Ve seher vakitleri onlar istiğfar ederlerdi. Yani geceleri öyle ibadet etmekle birlikte sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi. Âyetteki zamiri ile ifadede kasır vardır. Yani dua ve istiğfarın en güzel zamanı olan seher vakitleri öyle icabet ve kabule şayan istiğfarı onlar, o iyi kimseler yaparlar.
19- Mallarında da dilenci ve mahrum için bir hak vardı.
SAİL, isteyen, dilenen, MAHRUM, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v)'den rivayet edilmiştir ki: "Miskîn bir yemek iki yemek ve bir lokma iki lokma ve bir hurma iki hurma, kendisini savacak olan değil" buyurmuş. O halde miskin kimdir? demişler, "Miskin; öyle bir kimsedir ki, bulamaz ve bilinip kendisine sadaka da verilemez." buyurmuş. İbnü Abbas'tan bir rivayette: Kazanamayan bedbaht denilmiş, bazıları da rızık sebepleri kendisine yaklaşmış olduğu halde uzaklaşmış, mahrum kalmış olan düşkün diye tefsir etmişler ise de önceki daha kapsamlıdır. "Hak" deyimi zahiren bunun vacib olduğunu ifade eder. Onun için Kâdî Münzir İbnü Saîd, bunun farz olan zekat olduğu kanaatine varmıştır. Fakat bu sûrenin Mekkî, ve zekatın Medine'de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları bunu nafile sadaka olarak anlamışlar, ve zekattan ayrı olarak kendilerinin taahhüt ettikleri "bol bir nasip" diye tefsir etmişlerdir. İslam toplumunun yükselmesinde çok büyük önemi olan bu noktanın özellikle dikkat çekici olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.
20-21- Yeryüzünde de âyetler vardır, kesin bilgi edinecekler için nefislerinizde de nice deliller vardır ki cezanın ve hesaba çekilmenin olacağını ve dinin hak olduğunu gösterirler. Yeryüzünde dolaşan ve yerküreyi inceleyenler iyi çalışanlarla çalışmayanların, korunanlarla korunmayanların, tasdik edenlerle inanmayanların akıbetlerindeki farkı gösterecek çok deliller bulurlar. Vicdanlarla başvurulması halinde de iman eden herkes, yaratılmasının merhalelerinden Allah'ın kudretini ve her günkü hayatında bile vazife ve sorumluluğunun varlığını anlar.
22- Semada da rızkınız, yağmur sıcaklık vesaire gibi rızık sebepleri ve size vaad edilen şeyler var yahut mukadder. Bunun zahiri yukarıki gibi vaad ve tehdidi içine alır. Fakat çoğunlukla sevap ile tefsir etmişler ve cennetin yedinci semanın üstünde, Arş'ın altında olduğunu nakletmişlerdir.
23- İşte o sema ve yer yüzünün Rabbine yemin olsun ki, O size edilen vaad mutlaka haktır tıbkı sizin konuşmanız, söylemeniz gibi, yani sizin konuşmanız nasıl kesin olan bir şey ise sorumluluğunuz, vaad olunan ceza ve mükafaatınız da öylece olacaktır.
Yeryüzü ve nefislerdeki bu deliller bazı örnekler ile açıklanıp peygamberliği beyan etmek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
24- Ey Muhammed! İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?
25- Hani onlar İbrahim'in huzuruna girmişlerdi de "Selam sana!" demişlerdi. İbrahim: "Size de selam" demiş, ve içinden: "Bunlar tanınmamış bir topluluk!" diye geçirmişti.
26- İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir buzağı (eti) getirdi.
27- Onu önlerine sürerek: "Yemez misiniz?" dedi.
28- Yemediklerini görünce onlardan içine bir korku düştü. Onlar İbrahim'e: "Korkma!" dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.
29- Bunun üzerine karısı (Sâre) bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak: "Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl çocuğum olur?" dedi.
30- Misafir melekler: "Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyi hakkıyla bilir." dediler.
31- İbrahim, kendisine misafir olarak gelen meleklere: "Acaba sizin asıl önemli işiniz nedir ey elçiler?" dedi.
32- Onlar: "Gerçekten biz günahkâr bir kavim (olan Lût kavmine) gönderildik.
33- Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız.
34- O taşlardan herbirinin haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir." dediler.
35- Nihayet biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık.
36- Fakat biz orada müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi de bulamadık.
37- Biz orada acı bir azabdan korkan kimseler için bir ibret nişanesi bıraktık.
38- Musa'nın kıssasında da ibret vardır. Hani biz onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.
39- Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş, onun hakkında: "Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir." demişti.
40- Nihayet biz onu ve ordularını yakalayıp hepsini denize attık. Firavun ise o sırada (inadından dolayı pişmanlık duyarak) kendi kendini kınıyordu.
41- Âd kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani biz onların üzerine köklerini kesecek bir rüzgar göndermiştik.
42- O rüzgar üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi dağıtıyordu.
43- Semud kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani onlara: "Belirli bir süreye kadar dünyadan yararalanıp, geçinin!" denmişti.
44- Onlarsa Rablerinin emrine karşı büyüklük tasladılar. Bunun üzerine kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıp, çarptı.
45- Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa kalkabildiler, ne de yardım gördüler.
46- Daha önce de Nuh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış fâsık bir kavimdiler.
24- "Geldi mi sana?" Bu ifade, hikayenin büyüklüğü ve vahiy ile bildirdiği hakkında bir uyarıdır.
HADİS, insana gerek uyanıklık anında gerek uykuda vahiy veya işitme biçiminde gelen söze denir. Biz bu gibi yerlerde "kıssa" diyoruz.