38-SAD:
1-4-Rivayet olunuyor ki, Ebu Talib hastalandığı zaman Kureyş'ten bir heyet geldi. İçlerinde Ebu Cehil de vardı. Yanına girdiler. "Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber göndersen de bundan men etsen" dediler. Haber gönderdi. Resul-i Ekrem (s.a.v.) geldi, odaya girdi. Ebu Talib'in yanında bir kişilik yer vardı, oraya oturmasın diye Ebu Cehil sıçradı, oraya oturdu. Resulullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca kapının yanında oturdu. Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden şikayet ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun, iddiasında bulunuyorlar" dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler. Resulullah söz aldı: "Ey amca! Ben onları bir kelime üzere istiyorum. Bir kelime ki onunla Araplar, onlara boyun eğecek, Acemler, onlara cizye verecek" dedi. Bunun üzerine sevindiler, "Babanın aşkına ondan fazlasını veririz, ne o kelime?" dediler. "Bir tek kelime" dedi. "Ne o?" dediler. "lâ ilâhe illallah" dedi. Derdemez telaş ile kalktılar ve elbiselerini çırparak
5-7- "İlâhları bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!" dediler. İşte (1-7. âyetler) bunun üzerine nazil oldu. Bunu âyet sayan rivayet yoktur. Yazılışı itibarıyla bir harf, okunuşu itibarıyla bir isim veya dan fiili mazî, veya dan emri hazır olabilir. Harf olduğuna göre diğer mukatta' harflerde geçtiği üzere meydan okuma ve icaz yoluyla söylenmiştir. Çoğunluğun görüşüne göre bu sûrenin ismidir. Sadece bir rumuz olması da düşünülebilir. Fâtiha'da bu harf ile ilgili "sırat" kelimesi vardır. Sıdk (doğruluk) maddesi de bu rumuzun ilk hatırlatacağı kelimelerdendir. "Allah doğru söyledi", sadıksın ey Muhammed!, ey sadık gibi. Hasen'den rivayet edildiğine göre "sadâ"nın müfaale babı olan "müsâdât"tan emirdir. Sada, karşılık vermektir. Onun için sesin aksettiği yerden verilen karşılığa "sadâ" denir. Buna göre "dal"ın kesresiyle "sâdı", seslen sen, Kur'ân sesine karşı aksettirici ol, sadâ gibi karşılık ver, yani muhtevası ile amel et, yerine getir, demek olur. İbnü Abbas'tan bir rivayete göre gece ve gündüz yokken Rahmân olan Allah'ın arşının, üzerinde bulunduğu denizin ismidir. ( "O'nun arşı su üzerindeydi." Hud, 11/7 âyetinin tefsirine bkz.) Said b. Cübeyr'den de şöyle rivayet edilmiştir: Allah Teâlâ'nın, sûra iki üfürüş arasında ölüleri dirilttiği denizin ismidir. Bu iki rivayet garip olmakla beraber güzeldir. Bunlarda yemin mânâsını da içerir. O şekilde atfoluyor. Zikir sahibi, zikirli, zikir dolu. Burada zikir, şu üç mânâdan her biriyle açıklanabilir:
ZİKİR: a) İsmi anılmak: Şeref ve şan mânâsına; "Gerçekten o Kur'ân, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir." (Zuhruf, 43/44) âyetinde olduğu gibi.
b) Anmak, hatırlatmak; öğüt ve hatırlatma mânâsına; şeriat ve hükümler, vaad ve tehditler, geçmiş ümmetlerin olaylarından ibrete vesile olacak kıssalar ve haberler gibi.
c) Dinde ihtiyaç bulunan şeyleri anlatmak mânâsına; yani şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret dersi veren Kur'ân'a yemin olsun ki...
Bu kasemin cevabı hazfedilmiştir. o hazfedilen cevaba matuftur. Yani sen peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaad ve tehdit mutlaka yerini bulacaktır. Fakat kâfirler bir gurur ve ihtilaf içindedirler. Kendilerini bir gurur, bir ihtilaf sarmış, kibirlerinden dolayı hakkı kabul etmiyorlar. Çeşitli maksatlarla türlü mabutlar peşinde boğuşuyorlar. Çağrıştılar, yani helaki gördükleri zaman tevbe edip, aman ya Rabbi diye bağrıştılar, feryat ettiler. Fakat o zaman, yahut o çağırışma, kurtulacak zaman değildi. Kaçma ihtimali kalmamıştı. , (yok) demektir. İlâhları hep bir ilâh mı kıldı? Yani diye hepsinden ilâhlığı kaldırdı da yalnız birine mi tahsis etti? Bu gerçekten çok acayip bir şey! Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bu kadar çeşitli insanların, çeşitli emel ve duygularını yalnız bir mabudun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, onun, "her şeyin hükümranlığının elinde" (Yâsin, 36/83) olduğunu bilmiyor da tevhide şaşıyor. Biz, bunu millet-i ahirede işitmedik. Millet-i ahire, diğer millet yahut sonraki millet demektir. Bu durumda Hıristiyanlığa işaret olur. Çünkü İslâm gelmeden önce, o zaman için en son millet, Hıristiyanlıktı. O da teslisi (üçlü ilâh inancını) kabul ediyordu.
8-14- O zikir, yani Allah'ın zikir ve hatırlatmasını içeren Kur'ân, aramızdan ona mı indirilmiş? Benim zikrim, yani Kur'ân. demektir. Kesre ile yâ'dan iktifa olunmuştur. de böyledir. Onlar, burada çeşitli kabilelerden kalma, bozguna uğratılmış bir ordu döküntüsüdür. Yani eskiden peygamberlere karşı toplanmış, mahvolmuş, çeşitli gruplardan geri kalma, onlar gibi bozulmaya mahkum, bozuk, ruh birliği yok, maneviyatı perişan, derme çatma birkaç asker, ordu, askerler böyle askerler. Bu âyet çok dikkat çekicidir. Burada Kureyş'in "Bedir"den başlayan yenilgisine işaret edildiği gibi, başarıya ulaşacak düzenli bir ordunun, muntazam bir milletten çıkabileceğini anlatıyor.
Meâl-i Şerifi
15- Onlar da bir tek haykırışa bakıyorlar. Öyle ki onun gecikmesi de yoktur.
16- Bir de: "Ey Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azabdan payımızı acele ver" dediler.
17- Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud'u hatırla. Çünkü o, zikir ve tesbih ile bize yönelmişti.
18- Biz, dağları onun emrine vermiştik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.
19- Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve tesbih ederlerdi.
20- Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti vermiştik.
21- Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
22- Davud'un yanına giriverdiler de onlardan telaşe düştü. Ona "Korkma!" dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına çıkar.
23- Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi" diye anlattı.
24- Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az." Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku ederek yere kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.
25- Biz de o zannettiği şeyi kendisine bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26- Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.
15-17- KITT: Aslında pusula, bahşiş pusulası demektir. Burada pay mânâsınadır. Hesap gününe, kıyamete kadar beklemeye lüzum yok, o azabdan bizim payımızı şimdiden peşin olarak ver, diye alay etmek istiyorlar.
Güçlü, kuvvetli. Rivayet edilir ki, Davud (a.s.) yıl boyunca bir gün oruç tutar, bir gün yerdi ve gece yarısı namaza kalkardı. Böylece kuvvetinin aslının, din kuvveti olduğu anlatılmak üzere şu sebebe bağlanıyor: Çünkü o bir evvabdır (Allah'a yönelmiştir).
EVVAB: "Tevvab" vezninde "evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb", Rağıb'ın açıkladığına göre, dönüşün bir çeşidi, iradeye bağlı olan kısmıdır. Dönülmesi gereken yere dönmek demektir. Bu mânâdan "evvab", "tevvab" gibi Allah'a çokça dönüp yönelen demek olur. Onun için burada "Allah'ın rızasına çokça dönüp yönelen" diye tefsir etmişlerdi. Ancak hem dan, hem de müteaddisi olan dan olabilir. ise döndürmek ve "terci" mânâlarına geldiğine ve seste terci, nağme ve ahenk yapmak veya ses vermek, demek olduğuna göre iyi terci yapan mânâsını da ifade etmiş olur. Nitekim "Ey dağlar! Onunla beraber çınlayın." (Sebe', 34/10) âyetinde bu mânâ açıktır. Bu münasebetle "evvab", Mücahid'den rivayet edildiği üzere, bir de "müsebbih" (çok tesbih eden) mânâsına tefsir edilmiştir ki, Ebu's-Suud, bunun izahında şöyle diyor: "İkinci evvab, müsebbih yerine konmuştur. Çünkü tesbihi sesli yapıyordu. Tesbihi sesli yapan da onu ahenkli yapıyor demektir. Çünkü ardı ardına fiiline döner durur." Evvab, Allah Teâlâ'ya çok dönen tevbekar demek olduğuna göre de çok tevbe edenin âdeti, çok zikir, tesbih ve takdis etmektir. Kamus'ta "evb", kasd ve istikamet mânâlarına da geldiğinden evvab, çok doğru ve azimli demek de olabilir. Şu halde evvab, birçok mânâlara ihtimali olan bir kelime olduğundan hepsini aynen bir kelime ile terceme mümkün olmayacaktır. Bir kere, Allah'a dönüş, sûfilerin "iradeye bağlı ölüm" dedikleri "fenâ fillah" (Allah'da fânî olma) makamıdır ki, tevbe ve inâbe (tevbe ile Hak yoluna dönme) bunun başıdır. Bu makamda meydana gelen her kuvvet ilâhîdir.
18-Onun için güç ve kuvvetinin sebebinde şöyle buyuruluyor: "Çünkü o bir evvab idi." Gerçekten biz dağları onunla birlikte emre âmâde kılmıştık. Öyle ki dağlar, Akşam ve işrak vakitleri tesbih ederlerdi. Bunun zahiri, onunla beraber sesle tesbih etmeleri, onun tesbihine ses ve nağme yoluyla cevap vermeleridir. Resulullah'ın avucunda taşların tesbihi gibi olduğu da söylenmiştir.
İŞRAK VAKTİ: Güneş doğup doğu ufkunda biraz yükselerek ışığının berrak bir şekilde parlamaya başladığı vakittir ki, ilk kuşluk vaktidir. Yani bayram namazlarını kıldığımız vakittir. İşrak namazı da sünnettir. Sonra kaba kuşluk vakti olur.
19- Kuşları da emre âmâde kıldık, toplu halde, toplanmış olarak. Hepsi, yani dağlar da, kuşlar da hep onun için, yani Davud için evvab idi, yani hep onun için seslenerek ahenk ile tesbih ediyorlardı. Ne hoştur ki burada "evvab" fasılasının nağmesiyle, mânâsındaki dönüş ve yönelişe bir misal de verilmiştir. Mesela Davud, "evvab" deyince, onlar da "evvab" diyorlar. Bununla beraber bu, sadece bir tekrardan ibaret değil, mânâları farklıdır. Demin hatırlatıldığı üzere birincisi, dönüşten çok dönen mânâsına, ikincisi de terci' (nağme ve ahenk) mânâsına kökünden nağme ve ahenk yapan mânâsına olmuş oluyor. Davud Allah'a dönüyor, onlar Davud'a seslenip nağme yapıyorlar. Bununla beraber şu mânâ da verilmiştir: Hepsi, yani Davud da, dağlar da, kuşlar da hep Allah için ahenk ile tesbih yapıyorlardı. Dini, ibadeti böyle kuvvetli olduğu gibi
20- hem mülkünü kuvvetlendirmiştik hem de kendisine hikmet, peygamberlik, ilim ve amelde sağlamlık yahut Zebur ve şeriat ilmi ve fasl-ı hitab, söz kesimi vermiştik. Yani hakkı batıldan ayırarak tartışmayı ayırt edip kesme kabiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve sözde iki kıssa arasını ayıran (Bundan sonra...) gibi ayırıcı söze de fasl-ı hitab denilir. İşte böyle güçlü ve kuvvetli bir tevbekar idi.