25-FURKAN:
- gibi babından mâzî fiildir. Tasrif olunmaz, yani diğer sîgaları çekilmez ve Allah'tan başkasına isnad edilmez. Türetilmesinde "bereket" maddelerinin bu mânâ ile açık bir ilişkisi vardır. babından olması da bu mânânın mübalağa ile kendisinden meydana geldiğini ifade eder. "bereket" ise bir şeyde ilâhî hayrın devamlı ve kararlı olması demektir ki, "suyun havuzda birikip yükselerek durması" anlamından alınmıştır. İlâhî hayrın bulunduğu şeye "mübarek" denilir. İlâhî hayır, dar bir kalıba sokulup sayılamayacak, ve hislerle bilinemeyecek bir şekilde meydana geldiğinden, kendisinde beş duyu ile bilinemeyen bir ziyadelik tesbit edilen şeye de "mübarek" denilir. Şu halde kelimesi, mübareklik, bizzat kendisinden zuhur etmek üzere, mübareklikte büyük bir yükseklik ile kararlılık ifade eder. Ve bunun yani mübarekliğin Allah Teâlâ hakkında sonradan olma veya değişme şüphelerinden uzak bir şekilde düşünülmesi gerekir. Bu tahlilde düşünceye dayanak olacak iki kavram vardır: Biri subût, biri de ziyâdelik'tir. Bunun için geçmiş müfessirler de bunu, başlıca iki mânâyı esas alarak tefsir etmişlerdir. Birisi mânâsıdır ki, varlığı ezelî ve ebedî olarak gerekli olan mânâsınadır. Bunda devam ve karar mânâsı esas olarak alınmıştır. Diğerinde ise tezayüd (çoğalma) mânâsı esas alınarak iki vecih söylenmiştir. Bazıları, Allah Teâlâ'nın zatında yüceliğini ve Allah'tan başka şeylerin noksanlığını düşünerek "yüce oldu" mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Allah Teâlâ'nın zatında her şeyden yüksek olduğunu ifade eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Bazıları da fiil sıfatı olarak düşünüp "hayır ve ihsanı arttı ve çoğaldı." diye hayır ve ihsanının artıp çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı yerde bu mânâların birisi, diğer bazısında diğeri daha uygun olmaktadır. Şu halde İbnü Abbas Hazretlerinden de iki rivayet olduğuna göre, hem Allah'ın zatî sıfatını ve hem de fiilî sıfatını düşünerek bütün bu mânâları toplamak daha uygun olacağından yani "hem zatında, hem sıfatında, hem fiillerinde en mükemmel ve en olgun olmak üzere şanı yüksek ve yücedir" mânâsıyla tefsir olunmuştur.
Bilindiği gibi da den dir. Türkçe'de "ululuk" diye ifade olunabilirse de mânâsına "ulu" sıfatı, "ulumak" masdarından "emir" kipine de ihtimali olduğu için, hoş olmayan bir mânâyı düşündürmekten uzak olmadığından, dilin inceliğine dikkat eden edebiyatçılarca kullanılması uygun bulunmayıp "yüksek" sıfatı buna tercih edilmiştir. Bununla beraber binasından anlaşılan ile mübalağa inceliklerini ifade edebilecek bir siğa da bulamadığımızdan kelimesinin Türkçe bir fiil ile tam tercümesi mümkün olamamıştır. Mesela "Yükseldi" denilse yahud demek olabilirse de anlaşılmaz. Özellikle sıfat olarak da kullanılmaz. Halbuki "bereket" kelimesinin ayrıca bir türkçe karşılığını kullanmadığımız gibi fiilinin tercümesine de hiç imkan bulamıyoruz. Bundan dolayı ifadesi dilimizde aynen kullanılagelmiştir. Bir şeye şaşırma ve beğenip güzel bulma anında tabirleri de, olduğu gibi yaygın olarak kullanılmıştır. Mübarek olsun yerinde "kutlu olsun" denirse de "bereket" yerine "kut" demiyoruz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı biz de meâlde fiilini aynen muhafaza ile beraber "ne yüce feyyaz O" (ne yüce feyiz, bolluk ve bereket veren O,) tabiriyle bir tefsir ifade etmek istedik, bunun yerinde "yüksek, çok yüksek O", yahud "çok pek çok feyiz ve bereket sahibi O", yahud " ne yüce kutlu O" demek mümkün olabilirdi.
İsm-i mevsul olup nin failidir. de onun sılasıdır.
FURKAN: mukaddimede geçtiği üzere, aslında fark ve tefrik etmek, yani ayırmak, ayırt etmek mânâlarıdan masdardır. Genellikle "fark" aklen bilinen şeylerde, tefrik, hissen bilinen şeylerde kullanılır. Sonra "Furkan" fârık (ayıran), "mefruk" (ayrılmış) mânâsına da gelir; bu suretle mühim davaları, çözüp neticeye bağlayan kesin delillere, mucizelere "Furkan" denilir. Bu mânâya göre Kur'ân'ın bir ismi de "el-Furkan"dır.
TENZÎL ve İNZÂL: İndirmek demek ise de tenzîl, çokluk ifade eder. Onun için birden indirmeye inzâl, çeste çeste birçok defalarda indirmeye tenzil denilir. Sonra Arapça'da gerek isim gerekse fiil cümlesi olan bir haber cümlesi ile sılalanarak açıklanan gibi belirsiz isimlere, ism-i mevsul denilir. İkilisi çoğulu müfred müennesi tesniye müennesi cemi müennesi gelir. Eskiden bunun tercümesinde "şol ki..." denilirdi. Fakat konuşma dilimizde her nedense kullanılışını kaybetmiş olduğundan bunun yerine "o ki" diyoruz. Halbuki, "o" hem gaib zamiri, hem işaret ismi olarak kullanıldığından, bir de mevsul ismi yerinde kullanılması dilde darlık oluyor. Gerçi bizde asıl bağlaç mânâsını ifade eden; yani önündeki cümleyi üst tarafına bağlayan edat "ki" dir. Fakat bu "ki" isim olmayıp sadece bir bağlaç harfi olduğundan gramerde mübteda, haber veya fail gibi cümlenin bir öğesi olmayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat yapar. Bu sebepten kendi başına bir mevsul ismin yerini tutamayarak o, şu, bu gibi belirtilen bir (mevsuf)a ihtiyaç duyar. Ve bu suretle sıla ile sıfatın arası açılmamış olur. Arapçada ise sıla ile sıfatın belağat açısından önemli farkları vardır. Bundan dolayı Kur'ân'da hoş ve ince zevkler ifade eden gibi mevsullerin tatlı tekrarları o ki, şu ki, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken tatsız tekrarlara sebebiyet verildiği gibi, birçok yerlerde mevsul kaybedilerek mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar dillerin birbirinden zorunlu farklılıklarıdır. Cümlenin mevsufu belirsiz olur, fakat mevsul muhakkak belirlidir; gerçi az da olsa bazan ahd-i zihn de olabilir. Fakat çoğunlukla sılanın muhatap için gerçekte belirli olması şarttır. Onun için burada şöyle bir soru sorulmuştur: cümlesi nin sılası olduğu için, kendisine söz söylenilen kimselerce bilinmesi gerekir. Halbuki, kâfirler "Furkan"ın indirilmiş olduğuna inanmıyorlar. O halde nasıl sıla olabilir? Buna basit olarak şöyle cevab verilir: Peygamber ve inananlar için Furkan'ın indirilmiş olduğu bilinmektedir. Burada doğrudan doğruya muhatap da onlardır. Gerçi indirilişin asıl hedefi kâfirler ve onların kâfirliklerini ortadan kaldırmak ve onların ahiretteki durumlarını bildirmektir; fakat doğrudan doğruya ilâhî söze muhatab tutularak değil, Peygambere yapılan hitabın tebliği iledir. Onun için biraz sonra görüleceği üzere kâfirler gaib (üçüncü şahıs) kipi ile bahis konusu edilecektir. Muhatap, insan cinsi de olsa bu cevap yeterlidir. Bununla beraber buna daha ince bir cevap da vardır. Şöyle ki: Furkan'dan asıl maksat, Kur'ân'dır. Kur'ân ise benzeri yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir mucizedir. Bunu kâfirler de denemişler ve yetersiz kaldıklarından kalem ile çekişmeden, silah ile muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur'ân'ın deney ile sabit olan ve böylece bütün insanlık için gözle görülür bir hale gelen bu acze düşüren vasfı, aynı zamanda kendisinin indirilmiş olması konusunda sağlam bir delil ve Furkan'dır. Ebu Bekir Bâkıllânî'nin de "İ'câzü'l-Kur'ân" isimli eserinde açıkladığı üzere Kur'ân'ın icazı, (benzerinin yapılamayışı) herkesçe bilinen bir şey olduğundan onun indirilmiş olduğunu kabul etmek istemeyenler, elleriyle yokladıkları bir olayı bile inkâra kalkışacak inatçılardır. Bundan dolayıdır ki; En'am Sûresi'nde "Eğer sana sayfa üzerine yazılı bir kitap indirseydik, onlar da ona elleriyle dokunsalardı yine de kâfir olanlar: 'Doğrusu bu apaçık sihirden başka bir şey değildir' derlerdi" (En'am, 6/7) buyurulmuştur. Deney, teorik olarak bir mutlak gereklilik ifade etmezse de, genellikle insan bilgisinin en sağlam kaynaklarından olduğu için, ispat edilmiş bir deneyin delil olarak ifade ettiği gerçek, herkes için bilinen mânâsındadır. Bu sebeple Kur'ân'ın benzersizliği ve indirilmiş oluşu, Arap müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerce tam olarak bilindiği gibi, diğerlerinin de bildiği yerine geçer. Bundan başka Kur'ân, bu gerçeği önceden açıklıkla haber vermiş; haber ise bilgi edinmenin yollarından birisi olduğu için, sılanın bilinen bir şey olduğunu ispat için bu kadarı bile yeterlidir. Nüktesi bir kerre işitilmiş olan bir haber cümlesi, inanmayanlara dahi bir sıla olarak getirilmiş olabilir. Bu konuda şart ve gerekli olan iman değil, az miktarda bilgi ki, şöyle zihinde kalacak kadar sözü geçmiş olsa da, yeterlidir. Şunu da belirtelim ki, mevsul ismin sılası, söylenmeden önce belirsizdir. Eğer gibi normal bir sıfat olarak gelirse, Türkçenin "öyle ki" ifadesi gibi sıfatlandırmada güçlendirme bildiren bir bağlaç ifade ederse de gibi fail veya soyut veya gerçek bir ma'mül olarak geldiği zaman, belirsiz bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir sözde, böyle belirsiz bir zatın fail yapılmasında ne fayda olabilir denilemez. Çünkü "evvelen ibhâm, sâniyen tefsir, evkau finnefis" tir, derler. Yani: "Bir şey önce kapalı olarak söylenip de sonra açıklandığı zaman, muhatabın gönlünde kuvvetli etki bırakır." Çünkü nefis, kolay duyduğu bir şeyi hafif geçer, önemsemez; fakat önce kapalı olarak işittiği zaman dikkat ve anlamak için gayret sarfeder. Bilmek arzusuna düşer. Bu istek ve arzu üzerine açıklandığı zaman da, belleğinde iyi yerleşir. Arap belağatinin bu kuralları, zamanımızda psikolojinin "hâfıza, dikkat ile mütenâsibtir (bellek, dikkat ile denktir), dikkat de merak ile mütenasibtir (denktir)" kurallarını ifade eder. Hatta batılılarda ve zamanımız yazarlarının bir çoğunda bu belirsizlik kuralı bir moda salgını hâlini almıştır. Bir konuyu anlatırken istek uyandırmak için sayfalarca belirsizlik çizdikleri görülüyor. Halbuki, bunun fazlası da, istek yerine usanç veya unutkanlık vermekten uzak kalamaz. Çok naz aşık usandırır. Kur'ân'da ise bunun en güzel gıdıklayıcı örnekleri görülür. Mevsul isimler de, buna ayrıca bir güzellik katar. İşte bunun gibidir. Allah Teâlâ'nın ilâhî özü (cevheri) bilinemediği gibi de ilk bakışta bilinemeyecek bir "bilinmez öze" işaret ediyor. Karşısındaki kimseye önce insanın hiçliğini duyuruyor, sonra O bilinmeyen, en belli, en belirgin sıfatların ortaya konulmasıyla apaçık anlatılıyor. Önce Kur'an'ın, gerçeği gerçek olmayandan ayıran ve herkesçe bilinen karşısındakileri aciz bırakıcı özelliği "Furkan" ismi ve "el" belirlilik takısı ile hatırlatılıp sılası ile mavsûlünün belirsizliği belirlenerek, Allah Teâlâ özellikle bu Furkan'ı indirmiş olmak sıfatı ile tanıttırılıyor. Ve feyiz, bolluk ve bereketin yüksekliği ile önce bu fevkalade geniş muciz kılavuzluğu ile bildiriliyor ve yüceltiliyor. Bu şekilde, ortaya çıkan mânâ şu oluyor: "Çok yüce, çok kutlu, hayır ve bağışlaması çok yüksek olduğunu ne kadar hayret verici bir şekilde gösterdi. O, hani bildiğiniz Furkan'ı, o hak ve batılı ayıran, vazifelerinizi öğreten, bir benzerini yapmaktan herkesi aciz bırakan Kur'ân mucizesini ibadet ve kulluk ile seçilmiş, herkesçe bilinen kuluna âyet âyet indiren o yüce zat". Şüphe yok ki onun O Furkan kendisine indirildiği herkesçe bilinen kulu, özel kulu, yüce Peygamberi Muhammed Mustafa, (s.a.v) olduğu da apaçık bellidir. (İsrâ, 17/1. âyetin tefsirine bkz.)
Ona, o Furkân'ı niçin indirdi. Bütün akıl sahipleri dünyasına bir nezir (korkutucu) olsun diye.
NEZİR: Münzir, yani korkutucu mânâsına sıfat-ı müşebbehedir. (daimilik ifade eden sıfat) Beşîr ve mübeşşir gibi inzar (korkutmak) mânâsına masdar da olur. Nekîr ve inkâr gibi burada korkutucu mânâsına olması açıktır.
İNZAR: Korkunç haber vermek, bir şeyin sonucundaki güçlük ve yok olmayı haber vererek kocundurmak, sakındırmak demektir ki, sevinç haberi vermek demek olan müjdenin zıddıdır. (Bakara, 2/6. âyetin tefsirine bkz.) Bu sebebten beşîr ve mübeşşir, müjdeci demek olduğu gibi; nezîr ve münzir de tehlike haberiyle korkutan haberci, Peygamber, Resul demek olur. Furkan sahibi olan Peygamber (s.a.v) "Biz seni ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." (Furkan, 25/56) gibi âyetlerle bilindiği üzere hem mübeşşir (müjdeci), hem münzir (korkutucu) dir. Allah Teâlâ'nın hem rahmetinin müjdecisi, hem azabının habercisidir. Fakat yerine göre bazan bunların birisiyle yetinilmiştir. Nitekim Enbiyâ Sûresi'nde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) buyurulduğu gibi, burada da "âlemlere bir korkutucu olsun diye..." buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki açıklamalardan anlaşılacağı üzere burada iniş sebebi olan , kâfirlerin inkâr ve inatlaşmalarına karşı korkutma yerinde, müjdeleme kelimesinin açıklaması belagattan beraat-i istihlâle (güzel başlangıca) uygun olmazdı. Ve bu ince mânâ nin yükseklik ve büyüklük mânâsına olmasını destekler. Bununla beraber, bu korkutmada ve bunun kuvvetini ifade eden Furkan'ın indirilmesinde, Peygambere ve inananlara bir müjde ve rahmet mânâsını içerir. Bu yönden müjdelemenin sözün anlaşılması için özellikle kullanılması dahi ayrıca bir belağat (sözün yerinde kullanılması) olmuştur. Bu da "Tebâreke"nin bolluk ve bağışlama mânâsını hatıra getirin. Fatiha Sûresi'nde açıklandığı üzere âlem kelimesi Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatından başka her şeye denilir. Onun için burada bazı müfessirler kavramına göre, Hz. Peygamber'in bütün yaratılmışlara da gönderildiğine delil göstermişlerdir. Fakat aklı olmayanları korkutmanın sebep ve faydası anlaşılmaz. Bundan dolayı, burada Fatiha'daki gibi tağlib'e (bir kelimeyi bir başka kelimeyi de içine alacak şekilde kullanmaya) ipucu yoktur. "Âlemin" çoğulunun, gerçekte akıl sahiblerinin dünyaları için kullanıldığı bellidir. Alimlerin çoğunun görüşü de budur. Akıl sahipleri âlemleri ise insanlar cinler ve meleklerdir. Âlûsî, tefsirinde der ki: Peygamber (s.a.v) in insanlara ve cinlere gönderilmiş olduğu zorunlu olarak bilinmektedir. İnkâr edene kâfir denilir. Sübkî gibi bir kısım araştırmacılar, meleklere dahi gönderilmiş olduğunu söylemişler ve bazıları bu âyeti delil getirmişlerdir. Masum olanlara gönderilmenin faydası da, çağrısına uymakla onun şerefine hizmet etmektir. Şimdi düşünmeli ki, böyle bütün âlemleri korkutma yetkisi ne büyük kuvvet ve şandır. Ve bu kuvveti getiren Furkan ne büyük bir delil ve buyruktur. İşte Peygambere bu Furkan ile bu büyük kuvvet ve yetki verilmiş bulunuyor. O halde, o kulun efendisi, ona o Furkan'ı indirmiş olan Mevlâ, ne yüce, ne kutlu tanrıdır!
2- O ki bütün göklerin ve yerin mülkü (dilediği gibi kullanma yetkisi) hep O'nundur. Gerek gökler ve gerek yer ve gerek bunlardaki yukarı ve aşağı bütün şeylerden mülk, yani tam tasarruf yetkisi, yaratmak, yok etmek, yaşatmak; öldürmek gerektiği şekilde dilediği gibi buyruk ve yasaklarıyla egemen olmak, saltanat, şehinşahlık hep O'nun, yalnız O'nundur. Başkasına bağımlı olmadığı gibi ortaklığı da yok...