8-ENFAL:
Resulüm, sana enfâlden, ganimetlerden soruyorlar Enfâli soruyorlar buyurulmayıp "enfâlden soruyorlar" buyurulması gösterir ki, asıl enfâli soruyorlar veya ganimeti istiyorlar demek olmayıp, enfâlin durumunu, onunla ilgili hükmünü soruyorlar demek olduğuna işarettir ve, bu cihet zaten verilen cevap ile açıklık kazanacaktır. Sonra bunun A'raf sûresinin son âyetlerine ilgisi bakımından da kulluğa yönelik, yani hakkiyle kulluk edebilme arzusundan doğan bir soru olduğundan da gaflet edilmemek gerekir. Cevap olarak: De ki; enfâl, Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder. Şu halde Allah'a karşı gelmekten sakınınız, Allah'a ittika ediniz ve gazabına sebep olacak hâllerden sakınıp korununuz. Ve aranızdaki açıklığı gideriniz, düzeltiniz. İhtilaf ve anlaşmazlıkları gerektiren hâllerinizi düzeltiniz ve bunu yapabilmek için Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz eğer müminler iseniz, böyle yaparsınız. Zira müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah" denildiği zaman yürekleri oynar, kalblerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine O'nun âyetleri okunduğu, tilâvet edildiği vakit imanlarını arttırır. Bilgi ve ibadet sebepleri ve delilleri arttıkça iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar, tahkik gelişir, yakîn ve itminanları ziyadeleşir. Ve ancak Rab'lerine tevekkül ve itimat eylerler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a güvenir ve O'na teslimiyet gösterirler ve işlerinde başarıyı ondan beklerler.
2- Resulüm, sana enfâlden, ganimetlerden soruyorlar Enfâli soruyorlar buyurulmayıp "enfâlden soruyorlar" buyurulması gösterir ki, asıl enfâli soruyorlar veya ganimeti istiyorlar demek olmayıp, enfâlin durumunu, onunla ilgili hükmünü soruyorlar demek olduğuna işarettir ve, bu cihet zaten verilen cevap ile açıklık kazanacaktır. Sonra bunun A'raf sûresinin son âyetlerine ilgisi bakımından da kulluğa yönelik, yani hakkiyle kulluk edebilme arzusundan doğan bir soru olduğundan da gaflet edilmemek gerekir. Cevap olarak: De ki; enfâl, Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder. Şu halde Allah'a karşı gelmekten sakınınız, Allah'a ittika ediniz ve gazabına sebep olacak hâllerden sakınıp korununuz. Ve aranızdaki açıklığı gideriniz, düzeltiniz. İhtilaf ve anlaşmazlıkları gerektiren hâllerinizi düzeltiniz ve bunu yapabilmek için Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz eğer müminler iseniz, böyle yaparsınız. Zira müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah" denildiği zaman yürekleri oynar, kalblerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine O'nun âyetleri okunduğu, tilâvet edildiği vakit imanlarını arttırır. Bilgi ve ibadet sebepleri ve delilleri arttıkça iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar, tahkik gelişir, yakîn ve itminanları ziyadeleşir. Ve ancak Rab'lerine tevekkül ve itimat eylerler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a güvenir ve O'na teslimiyet gösterirler ve işlerinde başarıyı ondan beklerler.
3- Onlar ki, Namazı hakkiyle kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infakta bulunurlar.
4- İşte onlar, yani bu özellikleri kazanmış olan müminler yok mu hakkiyle mümin olanlar işte ancak bunlardır. Gerçekte mümin diye ancak bunlara denilir. Zira hem kalbleri, hem kalıpları ve amelleri ile mümindirler. Bunlar için Rableri katında yüksek yüksek dereceler ve büyük bir mağfiret ve kerim bir rızık vardır. Öyle kerim bir rızık ki, sayısı ve süresi tükenmez, ardı arkası kesilmez, zararsız ve tükenmez, derdi belası olmaz, sırf hayır ve sırf nimet olan bir rızık vardır ki iman ile güzel amelin asıl ecri işte bunlardır. Dünya malı ve savaş ganimetleri bunların yanında kâle alınmaya bile değmez. Şu halde enfâlin hükmünü sorarken, her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki,enfâl, bu dereceleri, bu mağfireti ve bu kerim rızkı ihlal etmemek şartıyla ve onun üzerine ziyade, fazladan bir nimet olmak üzere düşünülmeli ve ele alınmalıdır. Yoksa ganimetler, helâl olan birer enfâl olma özelliğini kaybeder, birer vebal ve günah olur. Bu hâl, bu enfâl meselesindeki durum neye benzer bilir misiniz?
5-Ey Muammed, Bu hâl, şunun gibidir ki Rabbin seni hakkı açığa çıkarma uğruna, yatağından kaldırıp, evinden dışarı çıkarmıştı, yani Rabbin seni, Medine'deki evinden çıkarıp Bedir tarafına doğru hareket etmeni emreylediği zaman, hakkı yerine getirmek gibi gerçek bir sebeple çıkarmıştı. İşte o sırada bu müminlerin bir kısmı gönülsüzdüler. Savaşı arzu eder bir durumda değildiler. Bunun için ilk yola çıkışta işin içyüzünü bilmiyorlardı. Gerekli hazırlıklarını yapmadan sadece bir kervana gidiliyor diye gelişigüzel çıkmış bulunuyorlardı, savaşmayı da istemiyorlardı.
6- Hakikat iyice açıklık kazandıktan, yani savaşın kaçınılmaz olduğu iyice anlaşıldıktan sonra hâlâ o konuda sana karşı mücadele ediyorlardı, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi davranıyorlardı. Yani doğal olarak savaşmaktan gocundukları veya harp için hazırlanmış olmadıkları için, iki süvari ve üçyüz onüç piyadeden oluşan ufacık bir birlikle düşmana karşı savaş vermeyi bir kısım müminler çok tehlikeli ve mahzurlu görüyorlardı ve savaşı hoş karşılamıyorlardı.
7- Ve unutmayın o vakti ki, Allah size iki taifeden birisi sizin olacaktır diye vaad ediyordu; siz ise istiyordunuz ki, şevketi olmayan şey sizin olsun. Bu iki taifenin birisi Ebu Süfyân'ın yönetiminde Amr b. As ile Amr b. Hişam'ın dahi içinde bulunduğu kırk süvari muhafazasında Şam'dan gelmekte olan büyük bir ticaret kervanı idi. Hz. Peygamber bu kervanın gelişini haber vererek Medine'den hareket etmişti. Sahabenin birçoğu, hareketin hedefinin yalnızca bu kervanı vurmak olduğu düşüncesinde bulunduklarından bu harekete fazla ağırlık kuşanmadan katılmışlardı. Oysa öte yandan bütün Mekke halkı ayaklanmış büyük bir kalabalık teşkil ederek Ebu Cehil kumandasında hareket etmiş, güçlü ve şevketli bir taife idi Bin kişilik silahlı bir Kureyş ordusu Bedir'e doğru geliyordu. O zaman Cebrail inmiş ve demiştir ki, Ey Muhammed, Allah Teâlâ size iki taifenin birini vaad etti; ya ıyr, ya nefîr yani ya kervan veya Kureyş ordusu". Bunun üzerine Resulullah yolda ashabı ile istişare edip buyurdu ki, "ne diyorsunuz? Kureyşliler yola çıktılar, "her türlü zorluğa ve sıkıntıya rağmen" bize doğru geliyorlar. Sizce kervan mı daha iyi, yoksa onları karşılamak mı?" Büyük bir kısmı: "Hayır, bizce düşmanı karşılamaktansa kervanı takip etmek daha iyi." dediler. Buna karşı Resulullah'ın mübarek yüzlerinde bir burukluk hasıl oldu. Sonra şunları söyledi: "Kervan deniz kenarından geçti gitti, Ebu Cehil ise bize doğru geliyor" dedi. Bunun üzerine yine de "Ya Resulallah, kervana bak, düşmanı bırak." dediler. Hz. Peygamber öfkelenmişti, Ebubekir ve Ömer (r.a.) kalktılar güzel sözler söylediler. Sonra Sa'd b. Ubade kalktı ve dedi ki "Ey Allah'ın Resulü! Kendi emrine bak ve icra et, vallahi sen yani Aden körfezine gitsen Ensar'dan bir kişi bile geri kalmaz." dedi. Daha sonra Mikdat b. Amr, kalktı ve dedi ki "Ya Resulallah! Allah Teâlâ sana ne emrettiyse onu icra et, ne tarafa gidersen biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya dedikleri gibi, "Git, sen ve Rabb'in birlikte savaşın, biz işte burada oturup bekliyoruz." (Mâide 5/24) demeyiz, lâkin deriz ki Sen Rabb'inle git, ikiniz onlarla savaşınız, biz de sizinle beraberiz, gören bir tek gözümüz bulunduğu müddetçe savaşacağız". Bunun üzerine Resulullah'ın yüzü güldü, "Şimdi bana söyleyin, insanlar bu iki görüşten hangisinden yanadır?" buyurdu. Ve insanlar sözünden maksadı da Ensar idi. Zira Ensar Akabe'de bey'at ettikleri zaman "Sen bizim diyarımıza gelinceye kadar zimmetimizde değilsin, ancak bize geldiğin zaman zimmetimizdesin, kendi çoluk çocuğumuzu müdafaa ettiğimiz gibi seni de müdafaa edeceğiz" diye söz vermişlerdi. Ve anlaşıldığına göre Resul-i Ekrem Ensar'ın "Biz ancak Medine içinde hücum eden bir düşmana karşı müdafaayı üstlenmiştik." gibi bir görüş öne sürmeleri ihtimalini hesaba katıyor gibiydi. Sa'd b. Muaz kalkıp "Ey Allah'ın Resulü! Galiba bizi kastediyorsun?" deyince, o da "evet" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd dedi ki: "Biz sana iman ettik, seni tasdik eyledik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Şu halde sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalsan biz de beraber dalarız ve içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. Bizimle düşmana karşı gitmeni de hoş görmezlik etmeyiz. Biz harpte sebatkârız, çarpışma sırasında sadakat gösteren kimseleriz. Umulur ki Allah Teâlâ, bizden sana, yüzünü güldürecek şeyler gösterecektir. Şu halde yürüt bizi Allah'ın bereketine". Sa'd'in bu sözlerinden Resulullah çok memmun oldu ve sevindi, sonra da buyurdu ki; "Haydi yürüyün Allah'ın bereketine, size müjde veriyorum ki, Allah bana iki taifenin birini vaad buyurdu. Allah biliyor ki, ben sanki şu anda onların devrilip yere serilecekleri yerleri görür gibi oluyorum".
İşte harbin nihayetinde daha önce enfâl meselesi üzerine cereyan eden bu gibi hâller ihtar olunarak buyuruluyor ki: Size Allah iki taifeden herhangi birini vaad ediyorken siz şevketsiz olan tarafı arzu ediyordunuz, oysa Allah kelimeleriyle hakkı yerine getirmeyi ve kâfirlerin kökünü kesmeyi murad ediyordu. Yani siz kervanı vurmak gibi, şanı ve şerefi olmayan küçük şeyler istiyordunuz. Oysa Allah hakkınızda daha şerefli olan yüksek şeyler murad ediyordu. Hakkın yücelmesini ve kâfirlerin kahrolmasını, hak dinin şan ve şeref kazanmasını takdir ve irade buyurdu. İşte bu size, sizin kendi iradenizle Allah'ın hükmü ve iradesi arasında sizin lehinize ne kadar büyük bir fark bulunduğunu anlatır. Burada şuna iyi dikkat etmek lazım gelir ki Allah Teâlâ, bu hakkı yerine getirmeyi doğrudan doğruya yaratmayla değil, kelimeleri ile, yani emri ile yerine getirmek istiyordu. İşte böyle Allah'ın emri ve kelimesiyle beşerin de ona uyup itaat etmesiyle yapılması gereken şeylere cürm ü ma'siyet veya derece ve mağfiret tahakkuk eder. Yoksa Allah Teâlâ'nın kelimeleri ile değil de doğrudan doğruya cebri ve yaratmasıyla yaptığı ve yapacağı şeylerde beşerin irade ve çabasının hiçbir hükmü yoktur.
8-Bunun için Allah, herşeyden önce kelimeleri ve âyetleri ile onu belirsiz olarak yapıyor ve vaad ediyordu ki, o mücrimler istemeseler ve hoşlanmasalar da, yani o kâfirlerin o müşriklerin iradelerine rağmen hakkı yerine getirsin ve batılı yok etsin, hakkın hak, batılın da batıl olduğunu iyice açığa çıkarsın ve ilan etsin.
Unutmayın ve iyice hatırlayın o vakti ki:
Meâl-i Şerifi
9- O vakit siz Rabbinizden yardım diliyordunuz. O da: "Ben işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum" diye duanızı kabul buyurmuştu.
10- Bunu da Allah size sırf bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer ancak Allah katındandır. Gerçekten Allah mutlak galiptir ve hikmet sahibidir.
11- O sırada size, yine katından bir güven ve esenlik olmak üzere bir uyku sardırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın vesvesesini sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize yağmur indiriyordu.
12- İşte o anda Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, müminlere sebat verin. Kâfirlerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, parmaklarına, parmaklarına vurun".
13- Çünkü onlar Allah'a ve Resulüne karşı geldiler. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki Allah'ın azabı çok çetindir.
14- İşte gördünüz ya, şimdilik siz bunu tadın, şu da kesindir ki, ahirette kâfirlere cehennem azabı vardır.
9- Hani siz Rabbinize istiğase ediyor, yalvarıyor, imdat ve yardım istiyordunuz ya... Müminler savaşın ve çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anladıkları zaman "Ey Rabb'imiz, Senin düşmanlarına karşı bize yardım et! Ey yalvaranların niyazını duyan, bize merhamet et!" diye dua etmeye başlamışlardı. Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, müşriklere baktı, bin kadar idiler, bir de ashabına baktı, üçyüz on kadar kişiydiler. Bunun üzerine kıbleye döndü ve iki elini kaldırıp "İlâhî bana verdiğin sözü yerine getir! İlâhî, şu bir avuç insan yok olursa, sana yeryüzünde ibadet eden kalmayacak." diye dua etmeye başladı, bir süre duaya devam etti, nihayet omuzundan ridası düştü. Onu Hz. Ebubekir aldı, müberek omuzuna koydu ve ardından "Ey Allah'ın Resulü! Rabbine niyazın ve münacatın yetişir, O, sana olan vaadini yerine getirecektir." dedi. Rabbiniz de size şöyle cevap verdi , yani şu şekilde âyet nâzil oldu: Hiç şüphesiz Ben size ardı ardına bin melek ile yardım edeceğim. Bu kadar melâikeye ne lüzum vardı? Allah melek göndermeden de dilediğini yapamaz mıydı? Ve Allah dilediği takdirde bir tek melek bile dünyanın altını üstüne getirmeye yetmez miydi?
10- Fakat Allah, bu yardımı sırf bir müjde olsun diye, bir de bununla kalbleriniz huzura kavuşsun diye yaptı. Nusret ve zafer ancak Allah katındandır . Ne maddî sebeplerden ve görünüşteki kuvvetlerden, ne de meleklerden değildir. Allah Teâlâ size iş başartmak, sizi zafere kavuşturmak istemiş, sizin korkularınızı ve acılarınızı yüreğinizden silip atmak, heyecan ve telaşınızı teskin etmek, ayrıca verdiği müjde ile de güven ve huzurunuzu arttırmak istemiştir. Bundan dolayı size bin melekle imdat göndermiştir ki, hakikatte bütün kuvvetin ve etkinin Allah'a mahsus olduğunu, Allah dileyince zayıfları kuvvetlilere galip getireceğini, O istemeyince maddî veya manevî kuvvetlerin hiçbir işe yaramayacağını iyice anlayasınız ve vazifelerinizi yapmak için, kendinizi zayıf görerek ümitsizliğe düşmeyesiniz, karamsar olmayasanız, Allah'ın yardımından ümit kesmiyeseniz. Ayrıca Allah'ın kullarına verdiği emirlerle yaptıracağı bu gibi işlerde "Eğer Allah murad ediyorsa, bizi karıştırmadan kendisi doğrudan doğruya yapıversin." demiyesiniz de maddî açıdan en ümitsiz görünen zamanlarda bile azimli, kararlı ve ümitli olarak çalışasınız. Çünkü Allah, şüphesiz güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Onun verdiği hükme karşı itiraz mümkün olmaz, yaptığı işler de hikmetten uzak olmaz. Bu iyice anlaşıldıktan sonradır ki, Âl-i İmran Sûresi'nde, Uhud Savaşı hakkında "Nusret ve zafer ancak aziz ve hakim olan Allah tarafındandır." (Âl-i İmran, 3/126) buyurulmuştur.