Sevgili ziyaretçiler, "Sihir (yani büyü) ve Hüddam" isimli bir konuyu inşaallah sizlere anlatacağız. Bir Allah var. Allah'ın Rabbanî ilmi var; biz size onu öğretmekle mükellefiz. Hidayet, bu Rabbanî ilmin en büyük kavramıdır ve görevimiz hidayetin sizlere öğretilmesidir, dünyaya öğretilmesidir; ama Allah'ın bu Rabbanî ilminin yanında bir de zülmanî ilimler var. Şeytanın karanlık ilimleri... Nerede şeytan varsa, orada haksızlık vardır, orada adaletsizlik vardır, orada zulüm vardır. Hakkın sahibinin değil, kuvvetin sahibinin hakimiyeti vardır, herşey en kötü şekilde oluşur. Bütün insanlar mutsuzdur ve huzursuzdur; yani tıpkı iblis gibi. Ama zülmanî ilimler de ilimdir.
Nereden başlıyor bu olay?
Sevgili ziyaretçiler, Harut'la Marut isminde iki tane melek, Âdem (A.S) yaratıldıktan sonra Allahû Tealâ'ya müracaat ediyorlar. Diyorlar ki:
"Sen emrettin, biz de Âdem (A.S)'a secde ettik, ama aslında biz bunun gerçek anlamını kavrayamadık. Biz onun yapamadığı şeyleri yapabiliriz, biz ondan üstün değil miyiz?"
Allahû Tealâ buyurdu ki:"Hayır, siz ondan üstün değilsiniz, o sizden üstün."
Melekler dediler ki:"Sen Allah'sın. Öyle söylüyorsun, kesinlikle biz buna inandık; ama neden üstün?"
Allahû Tealâ buyuruyor ki:"Biz ona nefs verdik. O nefsi ile olan cihadını kazandığı an, sizden üstün birisi olacaktır. Kazanamasaydı, sizden daha geride olacaktı."
İki melek diyorlar ki:"Yani Yüce Allah'ım (diyorlar), bu Âdem'i bizden üstün kılan onlara verdiğin nefs mi, ona verdiğin nefs mi?"
"Evet" diyor Allahû Tealâ.
"Öyleyse (diyorlar) bize de ver. Biz sana ondan üstün olduğumuzu ispat edelim."
Allahû Tealâ buyuruyor ki:"Siz (diyor) nefsle yapamazsınız, bu işi başaramazsınız."
Ama bizim Harut'la Marut, iki kafadar melek tutturmuşlar:"İlle de ille biz nefsi istiyoruz."
Allahû Tealâ demiş ki:"Peki, o zaman kendi iradenizle hareket edeceksiniz, işte serbest iradeniz, işte müsaadeniz. Nefsi de size verdim. Hadi bakalım, şimdi inin aşağı."
İki melek Allahû Tealâ'ya bunları söyleyene kadar dünya üzerinde binlerce yıl geçmiş ve Babil şehri kurulmuş. Harut'la Marut isminde bu iki tane melek, Babil şehrine inmişler ve bir kadına kötü bir şey yapmışlar. Nefsleri var tabiî. Dayanamamışlar nefslerinin talebine, arzusuna. Onun üzerine kadının eşi, öfkelenerek, şiddetle gelmiş iki meleğe çatmış: "Siz benim karıma nasıl bunu yaparsınız" diye. Bizim Harut'la Marut, nefslerinin öyle bir tesiri altındalar ki; adamı oracıkta öldürmüşler ve bu süre sadece iki ay. İki melek, nefsle yaşamaya iki ay dayanabilmişler.
Ama bu iki ayda Babil şehrinde çok şeyler olmuş. Harut'la Marut, oradaki insanlara büyüyü, sihri, hüddamı anlatmışlar. Onlara demişler ki:"Sakın bunu kullanarak kâfir olmayın. Gideceğiniz yer, böyle bir şey kullandığınız anda hiçbir şey sizi cehennemden, cehennemin en alt katından kurtaramaz. Ama, sadece ilim öğrenmek için buradaysanız, bu bir zülmanî ilimdir, şeytanla ilişki kuran bir ilimdir. Biz size bunu öğretiriz, ama kullanmamayı şiar edinirseniz öğretmemiz uygun olur. Israr ederseniz, gene öğretiriz, ama bizim tavsiyemiz kesinlikle bu ilmi kullanmayın."
İşte âyet-i kerime Bakara 102. Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-102: Vettebeû mâ tetluş şeyâtînu alâ mulki suleymân(suleymâne), ve mâ kefere suleymânu ve lâkinneş şeyâtîne keferû yuallimûnen nâses sihrâ, ve mâ unzile alel melekeyni bi bâbile hârûte ve mârût(mârute), ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur, fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihî beynel mer'i ve zevcih(zevcihî), ve mâ hum bi dârrîne bihî min ehadin illâ bi iznillâh(iznillâhi), ve yeteallemûne mâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum, ve le kad alîmû lemeniş terâhu mâ lehu fil âhireti min halâ(halâkın), ve le bi'se mâ şerav bihî enfusehum, lev kânû ya'lemûn(ya'lemûne).
Süleyman'ın mülkü üzerine onlar, şeytanların okuduğu (anlattığı, tilâvet ettiği) şeylere uydular (tâbî oldular). Oysa Süleyman, (sihir yapmadı ve) kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmekle kâfir oldular. Babil (şehrin)deki iki melek (olan) Harut ve Marut'a indirilen şeyleri (öğretiyorlardı). Oysa onlar: "Biz (im bilgimiz, sizin için) sadece bir fitne, bir imtihandır. Sakın (sihir ilmini öğrenerek) kâfir olmayın." demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi. O zamanlar (sihir meraklıları ve onu geçim vasıtası yapanlar) o ikisinden erkek (koca) ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi. Zaten onlar kendilerine fayda verecek şeyleri değil, zarar verecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki; onlar onu (sihri ve ona ait bilgileri) satın alan (ve onunla çıkar sağlayan) kimse için ahirette bir nasip olmadığını bilirlerdi. Kendi nefslerini, onunla ne kötü bir şeye sattıklarını onlar keşke biliyor olsalardı.
"Süleyman'ın mülkü üzerine onlar; şeytanların okuduğu (yani anlattığı, tilâvet ettiği) şeylere uydular." Harut'la Marut ismindeki bu iki melek. "Oysa Süleyman sihir yapmadı ve kâfir olmadı, fakat şeytanlar insanlara sihir öğretmekle kâfir oldular. Babildeki, Babil şehrindeki iki melek olan Harut ve Marut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı." "Oysa onlar (yani Harut'la Marut); 'Biz, bizim bilgimiz sizin için sadece bir fitne, bir imtihandır. Sakın sihir ilmini öğrenerek kâfir olmayın' demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi." Şeytanlar o devrede insanlarla beraberdiler ve Hazreti Süleyman, şeytanları ev yaptırmak da dahil olmak üzere birçok işte açık bir şekilde kullanmıştır, cinleri de kullanmıştır.
Ve Hazreti Süleyman'ın öldüğü anda bakın ki; Hazreti Süleyman ayaktaydı, asasına dayanıyordu ve günlerce hiç kımıldamadı. Ama bir kemirici böcek, onun asasını kemirdi, kemirdi, sonunda asa Hazreti Süleyman'ın ağırlığına dayanamadı ve ikiye ayrıldı, Hazreti Süleyman da o zaman düştü, cinler onun ölü olduğunu, öldüğünü ancak o zaman anlayabildiler. Demek ki Harut'la Marut, insanlara bunu mutlaka söylüyorlardı.
"Sakın bunu öğrenmeyin, bu sizin için bir imtihandır ve bize kalsa biz size bunu öğretmeyiz. Sakın bunu öğrenerek kâfir olmayın; bunu öğrenen mutlaka kâfir olur."
Neden kâfir olur? O kişi şeytanî öğretinin artık içine girmiştir. İblisin elinde oyuncak olur, yani iblisin, şeytanın adımlarına tâbî olur. İblisin adımlarına tâbî olan kişi ise hidayette de olsa bu adımlara tâbî olduğu için hidayetten düşer. Allah'tan şüphe etmek, Allah'ın âyetlerinden şüphe etmek, Resûl'den şüphe etmek. Bu üç tane faktörden bir tanesi o kişide mutlaka oluşur, şeytanla ilişkisi kuvvetlenince ve böylece o kişi fıska düşer, şeytanın adımlarına tâbî olur, hevasına tâbî olur, dalâlete düşer, fıska düşer ve aynı zamanda küfre düşer. İşte "Sakın bunu yapmayın da kâfir olmayın." sözü bunu anlatıyor, bu sihri. (Yani zamanımızda "büyü" deniyor, bazı yerlerde "ilaç" deniyor adına; meselâ Denizli'de ilaç diyorlar.)
'Sakın sihir ilmini öğrenmek suretiyle kâfir olmayın.' demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi." diyor. Harut'la Marut, bunu hiç kimseye öğretmezlerdi. "O zamanlar sihir meraklıları ve onu geçim vasıtası yapanlar, o ikisinden (yani Harut'la Marut'tan) erkek (koca) ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı (yani büyü öğreniyorlardı). Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi." Âyetin burasında duralım.
Bir defa daha okuyalım:
"Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadıkça, onunla (yani sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi."
Acaba Allahû Tealâ ne demek istiyor?
Şunu demek istiyor sevgili kardeşlerim:
Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, Allah ona 10 tane ihsan verir arka arkaya. Gözlerindeki hicab-ı mestureyi alır, kulaklarındaki vakrayı alır, kalbindeki ekinneti alır, yerine ihbat koyar, kalbine ulaşır o kişinin, kalbin nur kapısını Allah'a çevirir, o kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açar, o kişiyi huşûya ulaştırır. O kişiye irşad makamını gösterir ve 10. ihsanı irşad makamını göstermektir. O kişi irşad makamına gider de Allah'ın kendisine verdiği mürşid sevgisiyle o mürşide tâbî olursa, önünde diz çöküp tövbe ederse, tâbiiyetini gerçekleştirirse; Devrin İmamı'nın ruhu, o kişinin başının üzerine gelir ve yerleşir; (Mucadele 22.) Diyor ki Allahû Tealâ:
Ve ne yapar?
Muhafız olur. Kaf Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde Allahû Tealâ diyor ki:
50/KAF-31: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayre baîd(baîdin).
Cennet, takva sahipleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.
50/KAF-32: Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz(hafîzin).
İşte vaadolduğunuz şey (bu cennettir). Bütün evvab (Allah'a ruhu ulaşmış ve sığınmış) ve hafîz (başları üzerinde devrin imamının ruhunu muhafız olarak taşıyan) olanlar için.
Rad Suresinde Allahû Tealâ diyor ki:
58/MUCADELE-22: Lâ tecidu kavmen yu'minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullah(hizbullahi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah'a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah'a ulaşmaya) îmân eden kavmi, Allah'a ve resûlüne karşı gelenlerle sevişir bulamazsın. Velev ki; onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aynı aşiretten olsun. Onların kalplerine îmân yazılır. Ve onlar, Allah'ın katından (orada eğitilmiş olan) bir ruhla (devrin imamının ruhunun başlarının üzerine yerleşmesi ile) desteklenirler ve altlarından ırmaklar akan cennetlere konurlar. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. İşte onlar, Allah taraftarıdırlar. Ve muhakkak ki; Allah, taraftarları kurtuluşa (felâha) erenlerdir.
Onların üzerine, başlarının üzerine Allah'ın katından ruh gönderilir ve o ruhla onlar desteklenirler, yed edilirler, bir başka ifadeyle muhafaza altına alınırlar. Sonra? Ve onların kalplerinin içine îmân yazılır diyor. Yani onlar mü'min olurlar.
Öyleyse sadece nefs tezkiyesi yapabildiğiniz zaman, nefsiniz de hidayet üzere olduğu zaman; aynı anda ruhunuz da hidayet üzeredir, nefsiniz de hidayet üzeredir. O zaman diyor Allahû Tealâ: "Dalâlette olanlar size bir zarar veremezler." Başınızın üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu olduğu için, zarar veremezler. Öyleyse şeytanın ne büyüsü, ne hüddamı Allah'ın dostlarına, bizim dostlarımıza zarar veremezler.
Kimdir onlar?
Tâbî olanlar. Kim tâbî olmuşsa, şeytanın büyüsü ve hüddamı onlar için geçerli değildir. İşte, Allahû Tealâ'nın dizaynı bu dizayn. Ne diyor Allahû Tealâ? Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadan, onunla (sihirle) hiç kimseye zarar veremezlerdi. Nasıl? Anlattığımız şekilde, zarar vermeleri mümkün değil. Kim Allah'a ulaşmayı dilemişse, kim Allahû Tealâ'dan (Allah'a ulaşmayı diledikten sonra mutlaka 10 tane ihsan alacaktır) 10 tane ihsan almışsa, kim bu ihsanlarla mürşidine ulaşmış, tâbî olmuşsa, (Allah göstermiştir mürşidi, mürşid sevgisini Allah vermiştir.) o tâbî olduğu anda başının üzerine devrin imamının ruhu gelir ve yerleşir. Yerleştiği andan itibaren o kişiye büyü, sihir hiçbir şekilde tesir etmez.
Peki ya olmayanlar?
Onlar tehlikede. Bu hüddam yapan cinci hocalar, cinleri emirlerine alıp da insanlara saldırtanlar; bunlar, o cinlerle pazarlık ediyorlar;
"Eğer emrimi yerine getirmezsen seni yakarım." diyorlar. Cinler yanarak ölüyorlar.
Öyle bir durum düşünün ki; cin Allah'ın yolunda değil, müdafaasız zavallı bir mahlûk ve iblis onu ele geçiriyor. Başka insanların üzerine saldırtıyor. Ve ele geçirdiği cinlerin nefslerindeki afetleri, daha da azdırıyor, konsantre kılıyor. Gönderdiği karanlıklarla, cinlerin kalplerini (ruhları yok sadece nefsleri var) daha da karanlık bir hale getiriyor. Ve kalpleri kararan bu cinler, daha vahşi bir hüviyet kazanıyor ve insanlara daha çok kötülük yapmak üzere, şeytan tarafından devamlı dolduruluyor ve aşağı doğru olan bir yolda, daha karanlığa, daha karanlığa, daha karanlığa itiliyorlar. Hüddam müessesesi, ciddi bir müessese sevgili kardeşlerim.
Bir insan, etrafında cin bulunduğunu nasıl anlayabilir? Kulağının dibinde fısıltılar duyar. Cinler, onlara bir şeyler söyler fısıltıyla. Yetmez, odanın içinde, baktığı zaman direk olarak görmediği ama bir başka tarafa bakarken gözünün yan tarafından geçmekte olan birtakım karaltılar seçmeye başlar. Kulağın dibindeki fısıltılar ve etraftaki net olarak görünmeyen fakat geçtiğini hissettikleri bir şeyler, birtakım canlılar.
İşte onlar sizin dışınızdaki cinlerdir. Cinlerin de Allah'ın dostu olanları var, Allah'ın düşmanı olup şeytanın dostu olanları var. Bu cinlerin hangileri olduğunu bilemezsiniz ama sevgili kardeşlerim dikkat edin ki; cinler insanların içine girmesin. Eğer Allah'a ulaşmayı dilememiş bir kişi, bizim kardeşlerimizden birine tâbî olduysa, onun tâbiiyeti geçersizdir. Allah'a ulaşmayı dilemediği için, hiçbir zaman 10 tane ihsan almamıştır Allahû Tealâ'dan. Ve mürşide ulaştığı zaman da Allah'a ulaşmayı dilemediği için, devrin imamının ruhu hiçbir zaman onun başının üzerine gelmeyecektir. Gelmediği için, başının üzerinde muhafız taşımadığı için, o muhafızsızdır.
Sevgili kardeşlerim birçok insan nefsleriyle cinlerin vücutları, fizik vücutları birbirine çok yakın bir yapıda olduğu için cinlerle temas kurarlar. Cinlerle, cinsel temastan bahsediyorum. Ve o kişi böyle bir alışkanlığın zebunu olduktan sonra kolay kolay bundan vazgeçemez. Öyleyse şeytan, insanları sonsuz huzursuzlukların içine atar. O kişi cinlerle temas kuran kişi devamlı bir huzursuzluğun içindedir ve korunması olmadığı için, başının üzerinde devrin imamının ruhu bulunmadığı için, şeytana açıktır.
Şeytanın saldırılarına, cinlerin saldırılarına, yeniden açık bir hüviyet kazandınız demektir. Ve de burada cinlerin saldırısı sizi her an rahatsız edecektir. Öyleyse, cinleri yaratan Allahû Tealâ, şeytanı yaratan Allah, insanı da yaratmıştır ve korunma vasıtalarını da insana vermiştir. Aklı başında olan insan, mutlaka Allah'a ulaşmayı diler. Dilemek bir kurtuluştur, mutlaka Allah'ın cennetine ulaştırır kişiyi, hem de 3. kat cennete. Çünkü Allah o kişiyi mutlaka kendisine ulaştıracaktır; ulaştırdığı an kişi 3. kat cennetin sahibidir ve korunma altına da girmiştir, başının üzerinde Devrin İmamı'nın ruhu vardır.
İşte, sevgili kardeşlerim sizlerle birlikte bir güzelliği daha yaşadık ve sihir (yani büyü) ve hüddam isimli yazımızın sonuna geldik.