SoFi Çocuk Web Master
Mesaj Sayısı : 1400 Nerden : BatMan Kayıt tarihi : 06/09/08
| Konu: RUHANÎ ATEŞ, CİSMANÎ ATEŞTEN DAHA ACIDIR Salı Eyl. 23, 2008 1:02 pm | |
| RUHANÎ ATEŞ, CİSMANÎ ATEŞTEN DAHA ACIDIR
Ruha ait olan üç çeşit ateşi öğrendin. Şimdi bu ateşin, beden için olan ateşten daha şiddetli olduğunu anlayacaksın. Rûha, cana te´sir etmedikten sonra bedenin herhangi bir acıdan haberi olmaz. O hâlde bedenin acısı cana ulaşır. Bu yolla acı artar. İş böyle olunca, ruhun, canın içerisinde meydana gelen ateş ve elem, elbette daha büyük olur. Bu ateş ruhun içinden gelmekte olup, dışarıdan içeriye girmiyor. Bütün acıların sebebi, yaratılış icabı kendinin zıddı olan bir şeyin onu kaplamasıdır. Bedenin yaratılış olarak icabı; bu terkibin kendinde kalması; parçalarının, hücrelerinin olduğu gibi sağlam durmasıdır. Yara ile birbirinden ayrılınca, zıddı meydana gelir ve acı duyar. Yara, bir yeri diğerinden ayırır, aradaki bütün hücrelere ateş düşer ve birbirinden ayrılırlar. Her hücresi ayrı bir acı duyar. Bunun için ateşin acısı çok zor ve şiddetlidir. O hâlde, kalbte yaratılış icabı olması gereken şeyin yerine onun zıddı yerleşince, ruhta onun acısı daha büyük olur. Kalbin yaratılışının icabı, Allahü Teâlâ´yı bilmek ve görmektir. Onda bunun zıddı olan görmemezlik yerleşirse, acısı sonsuz olur. Eğer böyle olmasaydı, kalbler bu dünyada ölümden önce hasta olmaz, bu görmemezlik hastalığına düşmezdi. Fakat insanın eli, ayağı uyuşsa ve bir hissizlik meydana gelse, bu esnada ateş o uzvuna değse, uyuşukluğunun gitmesinin sebebini o anda anlayamaz. Ateşe değince bir yolla büyük bir kapı bulur. Bunun gibi kalbler, dünyada, uyuşuk ve hissiz olur ve bu uyuşukluk ölümle kalkar; bu ateş bir yolunu bulup, ruhun içinden yükselir. Bu başka bir yerden gelmiyor. Kendisi beraberinde götürmüştür ve onun içindedir. Fakat ilm-i yakîn ile bilmediği için, onu göremedi. Orada ise ayne´l-yakîn sahibidir, her şeyi görmektedir. Bunun için âyet-i kerimede, «Böyle değildir! Eğer ilm-i yakin ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz» (1), buyuruldu. Şeriatın, cismani olan Cehennem ve Cenneti uzun uzun anlatmasının sebebi, onları herkesin bilmesi ve anlayabilmesi mümkün olduğu içindir. Fakat bu sözümüzü beğenmeyenler, zorluk ve büyüklüğünü anlayamayanlar çoktur. Hususan bir çocuğa «Çalış öğren, öğrenmezsen babanın valiliği ve hükümeti sana kalmaz, sen de o saadetten mahrum kalırsın» dersen, o bunun ne demek olduğunu anlamaz ve kalbinde ona büyük görünmez. Fakat, «Bunu öğren, yoksa muallim kulağını çeker!» dersen, bundan korkar. Çünkü, bunun ne demek olduğunu anlar. Muallimin çocuğun kulağını çekmesi doğru olduğu gibi, babanın padişahlığından mahrum olmak ateşi de doğrudur. Muallimin talebesinin kulağını çekmesi onu terbiye etmek içindir. Bunun gibi cismanî (maddi) Cehennem de haktır, doğrudur ve Allahü Teâlâ´yı görmekten mahrum kalmak da doğrudur. Cismanî Cehennem; Allahü Teâlâ´yı görmekten mahrum kalmak cehenneminin yanında valilikten ve padişahlıktan mahrum kalmanın yanında; bir kimsenin kulağının çekilmesi gibidir. (1) 102 - Tekâsür: S - 6.
RUHUN DÜNYADAKİ SEYRÜSEFER MENZİLLERİ
Bütün âlimlerin söyledikleri ve kitaplarında yazdıkları gibi «Bu işler taklid ve dinlemekten başka şekilde bilinemezler. Basiretin bunlara yolu yoktur», deyip bu anlattıklarımıza uymadığını söylersen, cevabında deriz ki, onların özürlerinin ne olduğu daha evvel açıklandı. Bu söz onlara muhalefet olmaz. Âhiret için onların söyledikleri doğrudur. Fakat his olunanları bildirmekten dışarı çıkmadılar. Ya ruhla alâkalı olanları bilmediler, ya bildiler de insanların çoğu anlayamadığı için uzun anlatamadılar. Cismanî olanlar, şeriatın sahibinden işitmek ve onu taklit etmekten başka şekilde bilinmez. Fakat bu anlattıklarımız, ruhun hakikatini bilmeye dair diğer bir kısımdır. Bunu bilmek ise, basiret yoluyla ve kalb gözüyle görmekle oluyor. Bu da, kendi vatanından ayrılana [nefsinden kurtulana] veriliyor. Orada azık ve menfaate bakılmadan, din yolunda yolcu olmak esas tutulmuştur. Bu vatan için şehir ve ev istemeyiz. Çünkü beden vatanıdır. Bedenin yolculuğunun ise kıymeti yoktur. Fakat insanın hakikati ve esası olan ruhun karar kılacağı bir yer vardır, oradan meydana çıkmış, vatanı da orasıdır; burada ise yolcudur. Yolda onun birçok menzilleri, konak yerleri vardır. Her menzil bir başka âlemdir. Vatanı ve ilk karargâhı hisler âlemidir. Sonra hayâller, sonra mevhumlar ve sonra da ma´kulâttır. Makulât dördüncü menzildir. Bu âlemde kendi hakikatinden dördüncüsü haber alır ve bundan başkası haber almaz. Bu âlemler bir misâl ile anlaşılabilir. O da şöyledir: insan hisler âleminde bulunduğu müddetçe derecesi, kendini muma atan pervane böceğine benzer. Çünkü onun yalnız göz hissi vardır. Hayâl ve hafızası yoktur. O karanlıktan kaçıyor, bir pencere arıyor. Mumu pencere sanıp kendini ona vuruyor, harareti hissedince bunun acısı hıfzında kalmıyor ve hayalinde durmuyor. Çünkü hıfz ve hayali yoktur ve o dereceye gelmemiştir. Bunun için başka zaman ölünceye kadar yine kendini muma atıyor. Eğer onda hayal ve hıfz kuvveti olsaydı, bir kere canı yanınca, tekrar mumun alevine atılmazdı. Diğer hayvanlar bir defa dövülünce, ikinci defa sopayı görürse kaçarlar. Çünkü o acının hayâli bu hayvanların hıfzında kalmış olur. O hâlde hisler, birinci menzildir. İkinci menzil, tahayyüldür, insan bu derecede bulunduğu müddetçe dört ayaklı hayvanlar gibidir. Bir şeyden canı yanmayınca, ondan kaçılacağını bilmez. Fakat bir defa acıyı yiyince, bundan sonra kaçar. Üçüncü menzil, mevhumlardır. Bu dereceye ulaşınca, koyun ve at gibidir. Görmediği, hissetmediği acıdan da kaçar. Düşmanı olduğunu ve canını yakacağını anlar. Hiç kurt görmeyen bir koyun, hiç aslan görmeyen bir at, kurt ve aslanı gördüklerinde kaçarlar ve düşmanı olduklarını anlarlar. Halbuki, şekil ve görünüş bakımından daha büyük olan inekten, filden ve deveden kaçmazlar. Bu onların içine konmuş öyle bir gözdür ki, onunla kendi düşmanını görürler. Bununla beraber, yarın olacak olanlardan sakınamazlar. Dördüncü menzil, ma´kulat menzilidir. İnsan buraya çıkınca, hayvanlıktan kurtulur. Buraya kadar hayvanlarla beraberdir. Burada ilk defa, insan âleminin ilk hakikatine kavuşur. Hissin, tahayyülün ve vehmin ulaşamadığı şeyleri görür. İleride olacak şeylerden sakınır. İşlerin ruhunu ve hakikatini suretlerinden, görünüşlerinden ayırır ve anlar. Bir şeyin, bütün şekillerini kaplayan hakikatini, hududunu idrak eder. Bu âlemde görülebilen şeyler sonsuz değildir. Zira hissedilenler cisimden başkasında değildir. Cisimler ise hudutludur, sayılıdır. Onun hisler âleminde dolaşması, herkesin dolaşabileceği yeryüzünde yürümek gibidir. Ruha mahsus ve işlerin hakikati olan dördüncü âlemde dolaşması ise su üzerinde yürümesi gibidir. Mevhumlarda dolaşması su ile toprak arasında olmak vaziyetinde bulunan gemi gibidir. Ma´kulat derecesinin ötesinde, bir makam daha vardır ki, peygamberlerin, evliyanın ve mutasavvıfların makamıdır. Bu da havada gezmeye benzer. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «İsa aleyhisselam su üstünde yürüdü. Eğer yakin derecesi daha çok olsaydı uçardı». Demek ki, insan yolculuğunun menzilleri idrak âlemlerinde oluyor. Son menzili ile de melekler derecesine ulaşıyor. O hâlde, hayvanlığın en aşağı derecesinden meleklerin en yüksek derecesine kadar insan yükselebilir. Alçalmak ve yükselmek onun işidir. O ise esfel-i sâfilîne [en aşağı derece] mi gidecek, yoksa a´lâ-yı ilîiyyîne [en yüksek derece] mi çıkacak teh-ikesindedir. Bu tehlike için Allahü Teâlâ şöyle buyurur: «Elbette, emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu yüklenmekten imtina eylediler ve ondan korktular. İnsan onu yüklendi. Muhakkak ki o, zâlim ve cahildir» (1). Cansız olanın derecesi değişmez ve bir şeyden haberi olmaz. O hâlde düşüncesi de olmaz. Melekler ise illiyyindedirler. Onlar kendi derecelerinin dışına çıkmazlar. Her biri olduğu derecede kalır. Kur´ân-ı Kerim´de onlar için, «Bizden kimse müstesna olmamak üzere her birimiz için malûm birer makam vardır» (2), buyuruluyor. Hayvanlar esfel-i sâfilinde, yâni en aşağıdadırlar. Yükselmeleri de mümkün değildir. İnsan ise ikisinin arasındadır. Tehlikededir. Onun terakki ederek meleklere ulaşması mümkün olduğu gibi, tenezzül ederek, alçalarak hayvanlar seviyesine de inebilir. Emaneti yüklenmenin mânâsı, tehlikeyi taşımak olur. O hâlde, emanet yükünü insandan başkası taşıyamaz. Maksadımız birçoklarının bu sözü söylemediklerini anlatmaktır. Bunda şaşılacak bir şey olmadığı böylece anlaşılır. Çünkü, misafirler, yolcular, mukimlere muhalif olurlar, işleri birbirine uymaz. Halkın çoğu ise mukîmdir, sefere çıkmıyorlar. Misafirler, yola çıkıp yol alanlar pek azdır! Hisler ve hayâllerin yeri olan vatanda yerleşmiş olana, işlerin hakikati ve ruhu asla bildirilmez. O kimse rûhanî olamaz, ruhlara mahsus olan şeyleri bilemez. Bunun için, bu bahis, kitaplarda çok az anlatılır. O hâlde âhireti tanımak hakkında bu kadarla iktifa edelim; zira bundan fazlasını akıl almaz. Hattâ birçok akıllar bile bu kadarını kavrayamaz. (1) 33 - Ahzâb: 72. (2) 37 - Sâffat; 164. | |
|