SoFi Çocuk Web Master
Mesaj Sayısı : 1400 Nerden : BatMan Kayıt tarihi : 06/09/08
| Konu: HAŞRIN, NEŞRİN, BA´SIN VE İADENİN MÂNÂSI Salı Eyl. 23, 2008 1:06 pm | |
| HAŞRIN, NEŞRİN, BA´SIN VE İADENİN MÂNÂSI
Buraya kadar anlatılanlardan; insanın canının hakikatini, bedeni ile değil, zâtı ile durduğunu anladın. Kendi zâtının ve hususi sıfatlarının kıyamında bedene ihtiyacı olmadığını da öğrendin. Ölümün mânâsı, onun yok olması değil, bedendeki tasarrufunun kesilmesidir. Haşrın [öldükten sonra mahşerde toplanmak üzere dirilme], neşrin [Kıyamet vakti insanların dirilmesi], ba´sın [ba´s: öldükten sonra kıymet günü diriliş] ve iadenin mânâsı, onu yok ettikten sonra tekrar yaratırlar değildir. Bunun mânâsı, evvelde olduğu gibi, ikinci defa ona, tasarruf edebileceği [istediği gibi kullanabileceği] bir beden verirler demektir. Bu defa birinciden daha kolay olur. Çünkü önce, hem bedeni, hem de ruhu yaratmak lâzım idi. Bu defa ise, insanî ruh, kendi yerindedir. Hattâ bedenin cüzleri bile kendi yerindedir. Bunları toplamak, yaratmaktan daha kolaydır. Ancak bu, bizim tasavvurumuza göre böyledir. Yoksa kolaylığın ilâhî fiil ile münasebeti yoktur. Zira, zorluk sıfatı olmayan yerde, kolaylık da olmaz. İadenin şartı, sahip olduğu bedeni kendisine verirler demek değildir. Çünkü kalıp [beden] onun merkebidir [bineğidir]. At verirlerse, ona da biner. Çocukluğundan ihtiyarlığına kadar, hücreleri, diğer gıdalarla değiştirilmiş, o ise hiç değişmemiştir. O hâlde bunu şart edenlere birçok sorular sorulabilir. Bu sorulara ise zayıf cevablar verirler ve güya böylece o zorlamalardan kurtulurlar ki, onlara sorulur: «İnsan insanı yiyor. Birinin eczası [parçası], diğerinin eczası oluyor. O hâlde, ruh bunlardan hangisine verilir? Eğer bir uzvu kesilir ve bundan sonra sevab olan bir iş yaparsa, bu uzvu, öbür dünyada onunla olur mu, olmaz mı? Eğer onunla olmazsa, Cennette, gözsüz, elsiz, yahut ayaksız nasıl olur? Eğer onunla olursa o sevab iş işlendiği zaman o uzuv, onda yoktur. Şimdi mükâfatı verilirken nasıl ortak olabilir?» Böyle lüzumsuz şeyler sorarlar ve cevab isterler. İade, hakikatiyle olmadığı şekilde bu gibi şüphelere lüzum kalmaz. Çünkü bütün bedene ihtiyaç yoktur. Bu şüpheler ve suallerin sebebi senin benliğin ve hakikatin, senin bedenindir. O, olduğu gibi yerinde kalmayınca, o sen olmazsın, sanmalarıdır. Bunun için şüphelere düştüler. Sözlerinin aslı yoktur.
BU DÜNYADA CENNET VE CEHENNEMİ MÜŞAHEDE
Burada aklına şöyle bir sual gelebilir: Fıkıh âlimleri ile kelâm âlimleri arasında, insanın ruhu öldükten sonra yok olur ve sonra onu tekrar yaratırlar, sözü meşhurdur. Bu ise sizin dediğinize uymuyor. Cevabında deriz ki: Başkalarının sözüne uyan, göremez olur. Bunu ancak, taklid ve basiret ehlinden olmayan söyler. Çünkü, eğer basiret sahibi olsaydı, bedene olan ölümün insanın hakikatini yok etmeyeceğini bilirdi. Taklîd sahiplerinden olsaydı, Kur´ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerden, insanın ruhu öldükten sonra kendi yerinde kaldığını bilirdi. Çünkü, ölümden sonra ruhlar iki kısma ayrılır: Eşkıyanın [kâfirlerin ve fâcirlerin] ruhları; süedanın [sâidlerin, iyilerin] ruhları. İyilerin ruhları hakkında Kur´ân-ı Kerîm´de, «Allah yolunda öldürülenleri, ölü saymayınız. Onlar diridirler, Rablarının huzurunda mükâfata kavuşur ve daima O hazretten rızıklarını alırlar» (1), buyuruluyor ama, Bedir muharebesindeki kâfirler hakkında, Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve ashabı bu kâfirleri öldürünce, ölü oldukları hâlde, hepsine teker teker seslenip, bağırdı ve buyurdu ki: «Ey filân, ey filân! Allahü Teâlâ´nın, düşmanlarını kahretmek için bize verdiği müjdeler gerçekleşti. Bu müjdeler arasında sizin azab çekeceğinizi de kat´iyyetle bildirmiş idi. Şimdi ölümden sonra doğru mu, değil mi anladınız mı?» Peygamber Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) dediler ki: «Onlar bir avuç murdardır. Onlarla nasıl konuşuyorsunuz?». Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Nefsim, yed-i kudretinde [kudret elinde] olan Allahü Teâlâ´ya yemin ederim ki, onlar bu sözü sizden daha çok işitirler, fakat cevab veremezler» (2). Ölüler hakkında ve onların kendilerini ziyaret eden ve onlara matem tutanlar ve bu dünyada onlar hakkındaki hadis-i şerifleri araştıranlar, inceleyenler, onların yok olmasının şerîatte bildirilmediğini kat´iyyetle [kesinlikle] bilirler. Şerîatin bildirdiği; başka bir hâl alması, yahut yer değiştirmesidir. Mezar, ya Cehennem çukurlarından bir çukur, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir. O hâlde, şüphesiz bilmiş ol ki, zâtından ve sıfatlarının hususiyetlerinden ölümle bir şey gitmiyor. Fakat, beyin ve azalar vasıtası ile çalışan his, hareket ve hayâl; ölünce kalmaz. İnsan, buradan gittiği gibi orada yalnız kalır. Bilmiş olunuz ki, at ölür, üstündeki süvari dokumacı ise, âlim olmaz ama gözleri kapalı ise, gözlerini açar. Yaya yürür. Beden, at gibi bir binek hayvanıdır, sen de süvarisin. Bu sebepdendir ki, tasavvuf yolunun başlangıcında olduğu gibi, kendinden ve hislerinden uzaklaşıp, aslına inip, Allahü Teâlâ´nın zikrine dalanlara, âhiret hâlleri zevkle görünür. Onların rûh-ı hayvanileri, mizacının itidalinden bir şey kaybetmediği hâlde, kendini unutur. Kendinde kendine karşı bir durgunluk, hissizlik meydana gelince, zâtmın hakikati sebebiyle, onları kendisi ile hiç meşgul eylemez. Böylece onların hâli, ölülerin hâline yakın olur. O hâlde, diğerlerine ölümle gösterilenler, onlara bu hâlde gösterilir. Sonra kendilerine gelince ve hisler âlemine dönünce, ekseriya gördükleri hatırlarında kalmaz. Fakat bir eser, bir numune kalır. Eğer Cennetin hakikatini ona göstermişlerse, onun huzur, rahat, sevinç ve süruru o kimsede kalır. Eğer Cehennemi ona arzetmişlerse, onun acı ve şiddeti kendisinde yer eder. Eğer hatırında ondan bir şey kalırsa, ondan haber verir. Hayâl hazinesi o şeyi anlatmak isterse, hatırda kolay kalabilen bir şeye benzetir. Ondan haber verir. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve seilem) namazda elini kaldırdı ve «Cennet üzümlerinden bir salkımı bana arzettiler. Onu bu dünyaya getirmek istedim» (3), buyurdu. Bahsedilen üzüm salkımının bu dünyaya getirilebileceği sanılmasın. Belki bu imkânsızdır. Eğer mümkün olsaydı, getirirdi. Fakat ona müşahede ile gösterilmiş idi. Bunun muhal [imkansız] olmasının hakikatini bilmek uzundur ve senin bunu öğrenmek istemene de lüzum yoktur. Alimlerin makamları arasındaki fark, şöyle olur: Biri kendisinin gördüğü, başkalarının görmediği Cennet üzümünün nasıl olduğunu, neye benzediğini merak ederek alır. Diğerlerinin bundan nasibleri, onun elini hareket ettirmesinden başka bir şey değildir. Bunun neticesi de «Az bir hareket namazı bozmaz», oluyor. Bunun tafsilini çok merak eder. Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi budur zanneder. Bunu bilen ve buna kanaat etmeyen, başka şeyle meşgul olan hakikatten ve şeriat ilminden uzaklaşmıştır. Şunu demek istiyoruz: Peygamber Efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Cennetten haber vermesi, taklîd ve Cebrail aleyhisselâmdan işitme yolu ile olduğu sanılmasın. Cebrail aleyhisselâmdan dinlemenin mânâsını, diğer mânâları bildiği gibi bilirsin! Fakat Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), Cenneti gördü. Cennet tamamen bu dünyada görülemez. Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) o âleme gitti, kayıp oldu [bu âlemden çıktı]. Bu onun bir çeşit mi´râcı oldu. Kayıp olmak iki şekildedir: Biri hayvani ruhun ölmesiyle, diğeri hayvanı ruhun kendini unutması iledir. Bu âlemde Cennet görülemez. Yedi kat göklerin ve yerin bir ceviz kabuğuna sığmaması gibi, Cennetten ufak bir parça da bu dünyaya sığmaz. Belki kulak, göklerin ve yerin şekillerinin kendisinde, gözdeki gibi hâsıl olmasından uzak olduğu gibi, bu dünyadaki bütün duygular, Cennetin bütün lezzetlerinden uzaktırlar. O âlemin duyguları daha başkadır. (1) 3 - Al-i Imrân: 169 - 170. (2) H. Ccnâiz, 117; Hm. II. 31, 38. (3) Hm. III, 353, V. 13 | |
|