ALLAH ve RASULULLAH AŞKIYLA YANANLaR GeLSiN HUZUR ÎSLÂMDA
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

ALLAH ve RASULULLAH AŞKIYLA YANANLaR GeLSiN HUZUR ÎSLÂMDA

MUHAKKAK Kİ;ALLAH ADALETİ; İYİLİĞİ, AKRABAYA VE MUHTAÇLARA YARDIM ETMEYİ EMREDER; ÇİRKİN İŞLERİ; FENALIK VE AZGINLIĞI YASAKLAR DÜŞÜNÜP İBRET ALASINIZ DİYE SİZE NASİHAT VERİR NAHL 90. AYET
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
SoFi Çocuk
Web Master
Web Master



Erkek Mesaj Sayısı : 1400
Nerden : BatMan
Kayıt tarihi : 06/09/08

İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI Empty
MesajKonu: İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI   İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI I_icon_minitimeSalı Eyl. 23, 2008 1:15 pm


İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI

İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI A19wt011


İnsanın saltanatı ile Mâlikü´1-Mülk [mülkün sahibi] olan Allahü Teâlâ´nın saltanatı arasında yaptığımız bu mukayeseli izahtan, iki büyük ilme işaret olundu: Biri, insanın kendini tanıması, âzalarının kuvvetleri ve sıfatlan ile olan bağlılığı, sıfatlarının ve kuvvetlerinin kalbe bağlılığının nasıl olduğu ilmidir. Bu, böyle bir kitapta incelenemeyecek kadar uzun bir ilimdir. Diğeri âlemin Padişahının, memleketinin meleklere olan bağlılığının tafsili, meleklerin birbirleri ile olan irtibatı, göklerin, Kürsî´nin ve Arş´ın meleklerle olan alâkası; bu ilim ise daha uzundur. Bundan maksat zeki olanların bu kadarına inanması ve Allahü Teala´nın azametini bununla bilmesidir.

Akılsız olanların, bütün bu güzelliklerle böyle bir Hazretin mütalâasından mahrum kaldıklarını, nasıl gafil olduklarını ve nasıl aldandıklarını bilmesidir. Allahü Teâlâ´nın cemâlinden, halk, zaten ne anlayabilir? Halkın tanıyabilmesi için bu anlattıklarımız nedir
ki!



TABİİYYECİLERİN VE MÜNECCİMLERİN KARINCAYA BENZETİLMESİ


Bu zavallı ve nasipsiz tabiiyyeciler [tabiatçılar] ve müneccimler [astrologlar, astronomi ile uğraşanlar], işleri, tabiata ve yıldızlara havale eylediler. Bunların hâli kâğıt üzerinde yürüyen karınca gibidir. Siyahlaşan ve üzerinde bir şekil meydana gelen bir kâğıt görür; dikkat eder, kalemin ucunu görür ve sevinip der ki; «Bu işin hakikatini anladım ve kanaat getirdim ki; şekilleri kalem yapıyor». Bu, âlemlerin hareket ettirilmesinden âciz olup, bir şey bilmeyen bir tabiiyyeci gibidir.
Sonra gelen ikinci karıncanın, gözü daha açık ve görüş mesafesi daha fazladır. Der ki: «Hatâ ettin. Çünkü, ben bu kalemi müstakil bulmuyorum. Onun ötesinde başka bir şey daha görüyorum, bu şekilleri o yapıyor». Buna sevinir. «Doğrusunu anladım ki, şekli yapan kalem değil, parmaktır. Kalem ise onun emrindedir» der. Bu, görüşü biraz daha geniş olan ve hâdiselerin yıldızlar vasıtası ile olduğunu zanneden, fakat yıldızların meleklerin emrinde olduğunu ve bunun ötesindeki mertebeleri bilemeyen müneccim gibidir.
Madde âleminde, müneccimler ve tabiiyyeciler arasındaki fark, bir ihtilâf mevzuu olduğu gibi, ruhlar âlemine yükselen insanlar arasında da bu ihtilâf vardır. Zira, birçok insanlar madde âleminden terakki eylediler, maddenin dışında başka bir şeye kavuştular. Sonra evvelki dereceye indiler. Böylece ruhlar âlemine yükselme yolu onlara kapandı. Nurlar âlemi olan ruhlar âleminde de bunun gibi, tehlikeli geçitler ve mâniler çoktur. O derecelerin bazısı yıldız gibi, bazısı ay gibi ve bazısı da güneş gibidir. Bu merdiven, göklerin melekûtu kendilerine gösterilen kimselerin miracıdır. Hususan, İbrahim aleyhisselâm hakkında Allahü Teâlâ şöyle bildirdi: «Böylece İbrahim´e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik» (1). O makamda İbrahim aleyhisselâm şöyle der: «Şüphesiz ki ben, muvahhid [Allah´ı bir tanıyıcı] olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah´a yönelttim...» (2). Bunun için Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Muhakkak ki, Allahü Teâlâ için yetmiş nur perdesi vardır. Eğer onları açarsa güzelliği bakanları yakar» (3). Bunu, Mişkâtü´l-Envâr ve Misfatü´l-Esrâr kitaplarımızda uzun uzun anlattık, oradan öğrenmek mümkündür.
Maksadımız, zavallı tabiiyyecilerin bir şeyi, sıcaklığa, yaşlığa, soğukluğa ve kuruluğa havale etmelerini bildirmektir. Çünkü onlar diyor ki, eğer bunlar Allahü Teâlâ´nın sebepleri arasında olmasaydı, tıb ilmi bozulurdu. Fakat yanılmalarının sebebi, kısa görüşlü olması ve ilk merhalede takılıp kalmalarıdır. O merhalede tâbilik değil asillik, hizmetçilik değil efendilik ispat etmesidir, O ise, kendini, en arkada, ayakkabıların bulunduğu yeri seçen, en pejmürde hizmetçilerden eyledi. Sebepler arasına yıldızları koyan müneccimler derler ki, böyle olmasaydı, gece - gündüz aynı olurdu. Çünkü, güneş dünyayı aydınlatan ve ısıtan bir yıldızdır. Kış ve yaz aynı olurdu. Yazın sıcak olması, güneşin yakın olmasındandır. [Yazın sıcak olması güneş ışığının daha dik açıyla dünyaya gelmesidir. Dokuz asır evvel böyle söylenmesini normal karşılamak lazım.] Kışın ise uzak oluyor. Güneşi ışık ve hararet [sıcaklık] verici şekilde yaratan Allahü Teâiâ´nın kudreti, Zuhal yıldızını soğuk ve kuru, Zühre yıldızını ise, sıcak ve nemli yaratsa hiç şaşmamak lâzım. Bu, islâmiyet´e dokunmaz. Müneccimin yanıldığı yer, yıldızları asıl ve işlerin havale edildiği son yer zannetmesi ve onları bir kudret ve emir altında görmemesi ve «Güneş, ay ve yıldızlar, onun emri altındadır» (4), kelâmını bilmemesidir. Emir altında olan iş yapar. O hâlde güneş, ay ve yıldızlar kendilerine verilen vazifeleri yapan işçilerdir. Kendiliklerinden değil, iş yaptıran melekler tarafından işte bulunduruluyorlar. Bunlar beyinde bulunan bir kuvvet merkezi tarafından, etrafın tahriki altında iş yapan sinirler gibidir. Kalemin yazması gibi en küçük işler, bunların eli altında olup, geri saflarda bulunan dört ana unsur şeklinde olmadıkları, hattâ baş köşede oturdukları hâlde, yıldızlar da basit birer hizmetçi gibidirler.
(1) 6 - En´âm: 75.
(2) 6 - En´âm: 79.
(3) H. tsti´zân. J; M. Birr. 115. Cennet, 28.
(4) 7 - A´râf: 54.



İNSANLARIN KÖRLER ZÜMRESİNE BENZETİLMESİ


İnsanlar arasındaki ayrılıkların çoğu, hepsinin sözünde bir sebeple doğruluk bulunmasıdır. Fakat bazıları görmedikleri hâlde, her şeyi gördüklerini zannederler. Bunlar şehirlerine fil gelmiş olduğunu duyup, onu tanımak isteyen körler gibidirler. Şehirdeki körler fili elle tanıyacaklarını zannettiler. Ellerini ona dokundurdular. Birinin eli hayvanın kulağına, diğerininki ayağına, bir başkasınınki baldırına, diğer birininki de dişlerine rast geldi. Bu körlerin hepsi bir araya gelince, filin nasıl olduğunu bunlardan sordular. Eli, hayvanın ayağına gelen dedi ki: Fil sütun gibidir. Eli hayvanın dişlerine temas eden dedi ki: Fil direk gibidir. Eli kulağına gelen dedi ki: Halı gibidir. Hepsi doğru söylediler ve hepsi yanıldılar! Zira her biri fili tamamen anladıklarım sandılar. Ama anlayamadılar. Bunun gibi, müneccimler ve tabiblerden her birinin gözü Allahü Teâlâ´nm huzurunda hizmet görenlerden birine takıldı. Onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp, «Benim hâkimim budur. Benim Rabbim budur» dediler. Tâ o zamana kadar ki, bir kimseyi daha ilerlettiler, bütün noksanlarını ve onun ötesini gördü ve «Bu, diğerinin altındadır. Altta olan ilâh olamaz» dedi. Bahusus Kur´ân-ı Kerim, ibrahim aleyhisselâmın, «Batanları, örtülenleri sevmem,» dediğini haber veriyor.



YILDIZLARIN VE BURÇLARIN PADİŞAHIN KUDRETİNE TEŞBİHİ


Yıldızlar, uydular, on ikiye ayrılan yıldızlar semâsının burçları ve hepsinin ötesinde, çok uzağında olan Arş, bir yönden bir padişaha benzemektedir ki, vezirin oturduğu hususi bir odası, bu odanın etrafında on iki pencereli bir salon vardır. Her pencerede vezirin bir vekili bulunur. Yedi tane süvari vekil, bu on iki pencerenin etrafında dönerler. Vezirden kendilerine gelen emirleri bu vezir naillerinden [vekillerinden] duyarlar. Bu dört piyade ellerine verilen dört kemendi atarlar ve bir grubu, emre uyarak o hazrete gönderir, bir grubu ise o huzurdan uzaklaştırırlar. Arş, hususi odadır. Memleketin vezirinin bulunduğu yerdir. O ise meleklerin Allahü Teâlâ´ya en yakın olanıdır. Yıldızlar semâsı salon gibidir. On iki burç, on iki penceredir. Vezirin nâibleri [vekilleri! diğer meleklerdir. Onların dereceleri en mukarreb meleklerin derecesinden daha aşağıdır. Her birine ayrı ayrı ilim verilmiştir. Yedi gezegen yedi süvaridir. Bu on iki pencerenin etrafında dolaşır ve her pencereden başka bir emir; kendilerine ulaşır. Dört unsur dedikleri ateş, su, hava ve toprak, dört yaya hizmetçi gibidirler. Kendi vatanlarından ayrılmazlar. Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olan dört tabiat [yaratılış] onların elinde dört kemend gibidir. Meselâ, bir kimseye yüzünü dünyadan döndürecek, üzüntü ve korku kaplayacak, dünya nimetleri kalbine iyi gelmeyecek ve akıbetinin üzüntüsü kendisini istilâ edecek bir hâl olursa, hekim, bu hasta oldu der. Buna malihulya hastalığı denir. Bunun ilâcı, kaynatılmış kimyondur. Tabiiyyeci der ki, bu hastalığın aslı tabiatın kuruluğundan gelmektedir. Beyni kaplar. Bu kuruluğun sebebi kış havasıdır. Bahar gelip havada nem miktarı fazlalaşmayınca düzelmez. Müneccim der ki, bu onda meydana gelen bir sevdadır. Sevda Merih ile aralarında beğenilmeyen bir uygunluğun vâki olduğu Utarit yıldızından zahir olur. Utarit, Zühre ile Müşteri´nin yanına gelmeyince, yahut aralarında üç burç uzaklık olan iki yıldız bir araya gelmeyince bu hâl iyi olmaz. Hepsi doğru söylüyorlar. Fakat. «Bu onların kavuştukları ilmin miktarıncadır» (1).
Allahü Teâlâ´nm huzurunda saadetinde karar verilen kimse için, Utarit ve Merih denen iki usta ve işgüzar nakîbi, bu piyadelerden biri olan havaya kuruluk kemendini atmak, onun başına ve beynine düşürmek ve yüzünü bütün dünya lezzetlerinden çevirmek, korku ve elem kamçısı ve irâde ve istek dizginleri ile onu Allahü Teâlâ´nın huzuruna davet için gönderirler. Bu ne tıb ilminde, ne tabiat bilgisinde, ne de astronomi [felekiyyât] bilgilerinde bulunur. Bilâkis bu, memleketin her tarafını kuşatan, O hazretin âmil, nakîb hizmetçilerini içine alan, her birinin ne iş yaptığını ve hangi emirle hareket ettiğini; insanları nereye çağırıp, neden menettiğini bilen peygamberlik makamına mahsus ilim denizinden çıkmaktadır.
O hâlde hepsinin söylediği doğrudur. Fakat memleketin padişahının ve kumandanlarının sırrından haberi yoktur. Allahü Teâlâ bu yolla; belâ, hastalık, sevda ve mihnet ile; halkı kendisine çağırıyor ve diyor ki: «Bu hastalık değildir. Bizim lütuf kemendimizdir. Sevdiğim kullarımı bununla kendime çağırırım. Belâ önce peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra da herkesin fazilet ve derecesine göredir» (2). Onlara hasta gözüyle bakmayın ki, onlar bizdendir. «Hasta oldum bana bakmaya gelmedin (3) (kudsi hadîs) onlar hakkında bildirilmektedir.
O hâlde evvelki misâl, kendi bedeni içinde insanın padişahlığının, bu misâl de, bedenin dışındaki memleketin doğru yolda olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bu bilgi de, kendini bilmekten meydana gelir. Bunun için kendini tanımayı kitabın birinci unvanı eyledik.
(1) 53 - Necm: 30.
(2) Suyûtî, el -Câmi´us- Sagir, Eşeddü´n-Nâs maddesi.
(3) M. Birr, 43.



DÖRT TEŞBİHİN MÂNÂSINI BİLMEK


Şimdi şu dört muhtasar kelimenin mânâsını bilmeye sıra geldi. Bunlar Allahü Teâlâ´yı tanımaya kâfidir. «Sübhanallahi ve´l-hamdülülâhi ve la ilahe illâllahü vallahü ekber». Kendi tenzihinden onun tenzihini bilince. Sübhânallah´ı anlamış oldun.
Kendi padişahlığından, hâkimiyetinden, onun hâkimiyetini, padişahlığının tafsilini, bütün sebep ve vasıtaların, kâtibin elindeki kalem gibi onun emrinde olduğunu anlayınca, Elhamdülillâh´ın mânâsını bilirsin. Bilirsin ki, ondan başka nimet veren yoktur. Ondan başkasına hamd ve şükür olmaz.
Hiç kimsenin kendi başına buyruk olmadığını anlayınca, La ilâhe illâllah´ın mânâsını bilirsin.
Şimdi Allahu Ekber´in mânâsını anlamana sıra geldi. Bil ki, bütün bunları öğrendin ve Allahü Teâlâ´dan hiçbir şey bilemedin. Zira Allahü Ekber´in mânâsı görünüşte, Allahü Teâlâ daha büyük demektir. Hakikatta, insanların kendi kıyasları ile anlamalarından daha büyüktür. Bunun mânası bir başkasından daha büyüktür, demek değildir. Çünkü, Ondan başka bir şey yoktur ki, Allahü Teâlâ ondan daha büyük olsun! Bütün var olanlar O´nun vücûdunun nurundandır. Güneşin ziyası, güneşten başka değildir ki, güneş nurundan, ziyasından daha büyüktür denilebilsin. Allahü Ekber´in mânâsı, insanların kendi akıllarının ölçüsü ile onu tanıyabilmelerinden çok büyük ve yüksek demektir. Onun takdis ve tenzihinin, insanın takdis ve tenzihi gibi olmasını söylemekten Allahü Teâlâ´ya sığınırız. Hattâ, bütün yarattıklarına benzemekten berî ve uzaktır. Nerede kaldı ki, İnsana benzesin! Onun hâkimiyetinin insanın kendi bedenindeki hâkimiyeti gibi olduğunu, yahut O´nun îlim, Kudret ve diğer sıfatlarının insanın sıfatlan gibi olduğunu söylemekten yine Allahü Teâlâ´ya sığınırız. Belki bunların hepsi, Allahü Teâlâ?nın cemâlinden bir şeyin insanlığın âczine göre, insanda hâsıl olması için birer numunedirler.
Bu numune şuna benzer. Eğer bir çocuk bize, «Başkanlığın, saltanatın ve memleketi elinde bulundurmanın zevki, lezzeti nasıldır?» diye sorsa, ona deriz ki: Cirit atmak ve top oynamak lezzeti gibidir. Çünkü o, bundan başka lezzet bilmez. Kendisinde olmayanları, kendinden olanlara benzeterek bilebilir. Halbuki padişahlığın lezzetinin, cirit atmakla hiç alâkası olmadığını herkes bilir. Fakat lezzet ve zevk her ikisi içinde kullanılmış oldu. Kelimelere muhatap olmak bakımından ikisi de aynıdır. Bu sebeple marifetin numunesi, çocuklarda bulunur. Bu numune ve benzetme işlerini de bu kabilden bil. O hâlde: Allahü Teâlâ´nın kemâl ve hakikatini kendinden başkası bilemez.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İNSANIN ÂZALARININ KUVVETLERİ VE SIFATLARI İLE OLAN BAĞLILIĞI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ALLAH ve RASULULLAH AŞKIYLA YANANLaR GeLSiN HUZUR ÎSLÂMDA :: KİMYA-İ SAADET-
Buraya geçin: