NAMAZIN ÜSTÜNLÜKLERİ
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât) kitâbının birinci cild, ikiyüzaltmışbirinci mektûbunda buyuruyor ki:
Şurası muhakkak olarak bilinmelidir ki, namaz, İslâmın beş şartından ikincisidir. Bütün ibâdetleri kendisinde toplamıştır. İslâmın beşte bir parçası ise de, bu toplayıcılığından dolayı, yalnız başına müslümânlık demek olmuştur. İnsanı, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işlerin birincisi olmuştur. Âlemlerin Efendisi ve Peygamberlerin “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vesselâm” en üstünü olana mi’râc gecesi, Cennette nasîb olan rü’yet şerefi dünyaya indikten sonra, dünyanın hâline uygun olarak, kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki: (Namaz mü’minlerin mi’râcıdır) buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerîfte, (İnsanın Allahü teâlâya en yakın olması namazdadır) buyurulmuştur. Onun yolunda, tam izinde giden büyüklere o rü’yet devletinden, bu dünyada büyük pay, yalnız namazda olmaktadır. Evet, bu dünyada Allahü teâlâyı görmek mümkün değildir. Dünya buna elverişli değildir. Fakat, ona tâbi olan büyüklere, namaz kılarken rü’yetten birşeyler nasîb olmaktadır. Namaz kılmağı emir buyurmasaydı, maksadın, gayenin güzel yüzünden perdeyi kim kaldırırdı? Aşıklar ma’şûku nasıl bulurdu? Namaz, üzüntülü rûhlara lezzet vericidir. Namaz, hastaların, rahat vericisidir. Rûhun gıdâsı namazdır. Kalbin şifâsı namazdır. (Ey Bilâl, beni ferahlandır!) diye ezan okumasını emr eden hadîs-i şerîf, bunu göstermekte, (Namaz, kalbimin neş’esi, gözümün bebeğidir) hadîs-i şerîfi, bu arzûyu işâret etmektedir. Namazın hakikatını anlamış olan bir kâmil, namaza durunca, sanki bu dünyadan çıkıp âhiret hayatına girer ve âhirete mahsûs olan ni’metlerden bir şeylere kavuşur. Bu ni’met, yalnız bu ümmete mahsûstur. Peygamberlerine tâbi olmak sâyesinde buna kavuşurlar. Çünkü bunların Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mi’râc gecesi dünyadan çıkıp, âhirete gitti. Cennete girdi ve rü’yet saâdeti, ni’meti ile şereflendi. Yâ Rabbî! Sen o büyük Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” bizim tarafımızdan Onun büyüklüğüne yakışan iyilikleri ihsân eyle! Bütün Peygamberlere de, “alâ nebiyyîna ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hayırlar, iyilikler ver ki, onlar insanları seni tanımağa ve rızâna kavuşmağa çağırmış ve beğendiğin yolu göstermişlerdir.
Namazların hepsinde hâsıl olan lezzetten, nefse bir pay yoktur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekte, feryât etmektedir. Yâ Rabbî! Bu ne büyük rütbedir! Bizim gibi, rûhları hasta olanların bu sözleri duyması da büyük ni’met, hakîkî seâdettir.
İyi biliniz ki, dünyâda namazın rütbesi, derecesi, âhirette Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyâda insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zaman, namaz kıldığı zamandır. Âhirette en yakın olduğu da, rü’yet, ya’nî Allahü teâlâyı gördüğü zamandır. Dünyadaki bütün ibâdetler insanı namaz kılabilecek bir hâle getirmek içindir. Asıl maksat, namaz kılmaktır. Se’âdet-i ebediyyeye ve sonsuz ni’metlere kavuşmak ancak namaz kılmakla elde edilir.
Namaz, bütün ibâdetlerden ve orucdan kıymetlidir. Namaz vardır ki, kırık kalbleri zevkle doldurur. Namaz vardır ki, günâhları yok eder. İnsanı kötülükden korur. Hadîs-i şerîfde, (Namaz, kalbimin neş’esi ve sevinç kaynağıdır) buyuruldu. Namaz, üzüntülü ruhlara lezzet verir. Namaz, rûhun gıdasıdır. Namaz, kalbin şifâsıdır.
Namaz şartlarına uygun kılırsa kötülüklerden uzak tutar. Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Kusursuz kılınan bir namaz, insanı pis, çirkin işleri işlemekten korur) buyurulmaktadır.
Namaza dururken, “Allahü Ekber” demek, (Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâc olmadığını, her bakımdan hiçbir şeye ihtiyâcı olmadığını, insanların namazlarının, ona faydası olmıyacağını) bildirmektedir. Namaz içindeki tekbîrler ise, (Allahü teâlâya karşı yakışır bir ibâdet yapmağa, liyakat ve gücümüz olmadığını) gösterir. Rükû’daki tesbîhlerde de bu ma’na bulunduğu için, rükû’dan sonra, tekbîr emr olunmadı. Halbuki secde tesbîhlerinden sonra emr olundu. Çünkü secde tevâzu’ ve aşağılığın en ziyâdesi ve zillet ve küçüklüğün son derecesi olduğundan, bunu yapınca, hakkıyla, tam ibâdet etmiş sanılır. Bu düşünceden korunmak için, secdelerde yatıp kalkarken, tekbîr söylemek sünnet olduğu gibi, secde tesbîhlerinde “a’lâ” demek emr olundu. Namaz mü’minin mîracı olduğu için, namazın sonunda Peygamber Efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râc gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri, ya’nî Ettehıyyâtüyü okumak emr olundu. O halde namaz kılan bir kimse, namazı kendine mi’râc yapmalı. Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini namazda aramalıdır.
Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (İnsanın, Rabbine en yakın olduğu zaman namaz kıldığı zamandır). Namaz kılan bir kimse, Rabbi ile konuşmakta, Ona yalvarmakta ve Onun büyüklüğünü ve Ondan başka herşeyin, hiç olduğunu görmektedir. Bunun için, namazda korku, dehşet, ürkmek hâsıl olacağından, teselli ve rahat bulması için, namazın sonunda, iki defa selâm vermesi emr buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfte, (Farz namazdan sonra 33 tesbîh, 33 tahmîd, 33 tekbîr ve bir de tehlîl) emir etmiştir. Bunun sebebi, namazdaki kusûrlar tesbîh ile örtülür. Lâyık olan, tam ibâdet yapılamadığı bildirilir. “Tahmîd” ile, namaz kılmakla şereflenmenin, Onun yardımı ve erişdirmesi ile olduğu bilinerek, bu büyük ni’mete şükür edilir, hamd edilir. “Tekbîr” ederek de, Ondan başka ibâdete lâyık kimse olmadığı bildirilir.
Namaz, şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılınıp ve yapılan kusûrlar da böylece örtülüp, namazı nasîb ettiğine de şükür edip, ibâdete başka hiç kimsenin hakkı olmadığı, kalbinden temiz ve hâlis olarak, kelime-i tevhîd ile, bildirilince, bu namaz kabûl olunabilir. Bu kimse, namaz kılanlardan ve kurtuluculardan olur. Yâ Rabbî! Peygamberlerinin en üstünü hürmeti için “aleyhi ve alâ âlihimüssalevâtü vetteslîmât” bizleri namaz kılan ve kurtulan, mes’ûd kullarından eyle! Âmîn